ABD’nin ekonomik durumu üzerine…

ABD’nin 4 Temmuz bağımsızlık yıldönümü kutlamaları sırasındaki iki günlük tatilimizi ailece Avrupa’dan kendi Hıristiyanlik anlayışlarını, İngiltere kraliyetinin temsil ettiğinden farklı yaşayabilmek maksadı ile ABD’ye gelen göçmenlerin karaya çıktıkları yer olan Boston’un biraz güneyindeki tarihi küçük Plymouth kasabasında geçirdik.
 
Oradaki tarihi müzelerden birinde okuduğumuz bir yazıda, özel toprak mülkiyetine tamamen yabancı yerlilerin birinden bazı küçük eşyalar karşılığında ilk toprak alımını yapan bir göçmenin hikâyesi anlatılıyordu. Türünün bu topraklarda ilk örneği olan bu ticaret şekli, kapitalizmin bu topraklara kalıcı bir şekilde yerleşmesinin ve sonrasında dev bir ekonomik gücün ortaya çıkmasının sembolik bir başlangıcı niteliğindeydi sanki.
 
Müzeyi ziyaret ettiğimiz günün akşamında, bir kaç yüz yıl sonra gelinen noktada, Amerikalılar altlarındaki Japon arabaları ile, Çin yapımı ABD bayraklarını dalgalandırarak sahillere ulaşıp, gecenin erken saatlerinde deniz kıyılarında başlayan “fire works” gösterilerinde, kurdukları bu kapitalist medeniyetin zaferini, yine belki Çin, belki Güney Amerika yapımı rengarenk havai fişeklerin bol bol patlatılmasıyla büyük bir haz içinde kutluyorlardı.
 
4 Temmuz’un sonrasında Boston’da yapılan Demokrat Parti Konvensiyon’unda John Kerry’nin, Asya’ya giden üretim imkânlarını geri getirmekle, işsizliği düşüreceği sözünü verdiği bir ortamda, Çin yapımı kırmızı-mavi-beyaz renkli balonların uçuşturulduğu salonu dolduran kalabalık Demokratlar, Çin yapımı bayraklarını sallayarak coşkun tezahüratlar gösterdiler.
 
Bu ve benzeri görüntüler ABD’nin alışılagelmişleri içerisinde olmakla beraber, bu durumun ABD’yi uzun vadede nereye götüreceğini kestirebilmek, bugünkü ABD ekonomisinin durumunu anlayabilmek; hatta global ekonomik gidişatı kavrayabilmek için, dünya devi ABD ekonomisinin yapı taşlarını iyi incelemek gerekiyor. Bu, oldukça derin araştırmalar isteyen bir konu olmakla birlikte bu yazıda, ABD ekonomisini en çok etkileyen bir kaç dinamikten bahsedip, bugünkü durumun kısa bir analizini yapmaya çalışacağız. Bunu yaparken de muhtemel gelecek senaryolarına bir ışık tutmuş/tutacak olmayı umuyoruz. 
 
Avrupa Birliği’ni saymazsak, yılda 11 trilyon dolarlık GSMH ile ABD ekonomisi, en yakın takipçisi Japonya’nın üç katına yakın ekonomik değer üretmekte. Batılı bir ülke olarak ABD ekonomisi, diğer bir çok batılı ülke ekonomilerinden farklı temel özelliklere sahip. ABD ekonomisi artık eski endüstriyel yapısını büyük ölçüde hizmet ekonomisi yapısına dönüştürmüş durumda. Hizmet sektörünün toplam üretimdeki payı %60. Bu dönüşümün altında yatan nedenleri teknolojik gelişmişlikle beraber, kökleri ikinci dünya savaşı sonuna dayanan ve Bretton Woods (BW) anlaşması ile şekillenen global finansal yapıda aramak isabetli olur.
 
Bretton Woods Anlaşması ve Sonrası
1944 BW anlaşmasındaki maksatlardan biri, ülkelerin paralarının değerlerini belli bir istikrara oturtarak dünya ticaretini teşvik etmek ve kolaylaştırmak idi. Bu, Komünist Blok hariç, büyük oranda katılımı olan bir anlaşma idi. Anlaşmaya göre ABD, altının değerini 35 dolar/ons seviyesinde tutacak, diğer ülkeler de kendi paralarını dolara göre ayarlayacaklardı. Böylece dolar, merkez para rolü oynayarak uluslararası ticarette istikrarlı bir temel oluşturacaktı. Ayrıca, o zamanki ticari ve parasal normlara göre ABD hükümeti doların karşılığında altın taahhüt ediyordu. Bu iki faktör, doların global olarak “rezerv” para olarak benimsenmesini sağlamış oluyordu. Bu sistem, özellikle Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızla kalkınmasını olumlu yönde etkileyen faktörlerden biri oldu. ABD, Avrupa’ya büyük yatırımlar yaptı. Avrupa, ABD’ye yaptığı ihracatla kalkınma hamlesine girdi. Sonrasında aynı şey, Japonya için de geçerli olacaktır.
 
1960’lara gelindiğinde Vietnam Savaşı ile önemli bir gelişme yaşandı. Savaşın uzun sürmesi ve sanıldığından çok daha zor olması, ABD’nin savaş için tahminlerden çok daha fazla harcama yapmasına yol açtı. Devlet, büyük ölçüde borçlanarak savaşı finanse etmeye başladı. Bu borçlanmanın önemli bir kısmı da başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerine oldu. O kadar ki 1970’lere gelindiğinde ABD’nin toplam altın rezervleri 23 milyar dolar iken Avrupa ülkelerine olan borcu 25 milyar dolara ulaşmıştı. Avrupa bu durumdan rahatsızlık duymaya başladı. Avrupa ülkelerinin dolara olan güvenleri sarsılmıştı. Bu rahatsızlıklarının sonucu olarak -başta Fransa olmak üzere- dolar karşılığında altın talep etmeye başladılar. Bu talepleri, ABD taahhüdü gereğinde önceleri karşılamakta sorun görmedi. Fakat Avrupa’nın elindeki dolar miktarının çokluğu, ABD’nin altın rezervlerini hızla tüketmeye başladı. Aynı zamanda ABD ekonomisi büyük bir durgunluk yaşıyordu. Görev başındaki Nixon hükümeti ekonomiyi canlandırmak için -Keynesçi bir tavırla- hararetle devletin harcama yapmasını teşvik ediyordu. Fakat BW anlaşmasının getirdiği altını 35 dolar seviyesinde sabit tutma politikası devletin hesapsız harcama yapmasına mani oluyordu. Sonunda Camp David’te danışmanları ile yaptığı uzun bir toplantıdan sonra Nixon, Ağustos 1971’de “altın penceresi”’ni kapadığını bütün dünyaya ilan etti! Yani bundan böyle ABD dolar karşılığında artık altın vermeyecekti! Bu esasen, ABD’nin Avrupa’dan aldığı borçları ödeyememiş olmasının getirdiği zoraki bir çözümdü.
 
‘Altın Penceresi’nin Kapanması ve OPEC Petrol Krizi
‘Altın penceresi’nin kapanmasının iki yıl sonrasında altın fiyatları 35 dolardan 140 dolara çıkıyor, böylece Avrupa altın bazında ABD’ye verdiği borçların %75’ini kaybetmiş oluyordu! Böylelikle OPEC petrol krizi baş gösterdi. Petrol fiyatları dört katına çıktı. Bu hadise, ABD’de -özellikle medyanın çok etkili olduğu bir kampanya ile- büyük ölçüde Arapların ABD’nin İsrail’e destek vermesine karşı misillemesi olarak değerlendirildi. Belki bunda belli bir doğruluk payı varsa da -Arap-İsrail Savaşı olmamış olsa bile- kaynakların kısıtlılığı itibari ile altınla eş değerde olması gereken petrolün, altına karşı hızla devalüe olmuş dolar karşısında değerinin artması, ekonomik olarak gayet doğal bir hadise olarak görülmeliydi. Fakat meseleye böyle bakılmadı. Bu hadise ile Arap dünyası ve ABD arasına büyük bir soğukluk girdi. Petrol fiyatlarının artması, zaten durgun olan ABD ekonomisine büyük bir darbe oldu. ABD, bu problemin altından nasıl kalkabileceğini düşünürken, ABD’yi iflasın eşiğinden alıp, sonrasındaki 30 yılda büyük bir refaha taşıyan bir formül bulundu! ABD, petrol fiyatlarını politik rahatsızlık kaynağı yapmaktan vazgeçme niyeti ile OPEC’e petrolün dolar üzerinden satılması talebini iletti. OPEC de politik gerginliğe son vermek için ABD’nin bu talebini kabul etti.
 
OPEC’in bu kararı, ABD ekonomisinin ve hatta global ekonominin -belki de o sıralarda kimsenin aklına gelmeyen- çok farklı dinamiklere oturmasını sağlayacaktı. Artık, başta Avrupa ve Japonya olmak üzere, diğer ileri gelen ülkeler petrol alabilmek için dolara sahip olmak zorunda kalmaya başlayacak, böylelikle ‘altın standardı’na göre batmış olan dolar; artık herkesin aradığı bir rezerv para haline gelecekti. Doların karşılığında altın olmaması artık kimseyi pek fazla rahatsız etmiyordu. Fakat Avrupa, kaybının farkında idi. Özellikle Fransa ve Almanya’nın bu tecrübesi ile -belki de AB’nin bugünkü ulaştığı nokta- euroya geçiş fikri, Avrupa’nın tek çıkar çözümü olarak iyice pekişmiş oluyordu. 1970’li yıllardaki bu iki hadise sadece bugünkü ABD ekonomisinin yapısını büyük ölçüde etkilemiş olmuyor; aynı zamanda komünizmin yıkılış temellerini atıyordu.
 
‘Altın’dan Kurtuluşun Sonrasında “Fiyat” Para Düzeninin Getirdikleri
ABD, doları ‘altın standardı’ndan kurtardıktan; OPEC petrollerini doların arkasına aldıktan sonraki dönemde bu dönüşümü ve arkasından gelen momentumu çok iyi değerlendirdi. Altın standardının kaybolması ile birlikte devletin borçlanmasının ve harcama yapmasının önünde bir engel kalmıyordu. Hatta bütçe açıkları bile artık borçlanma ile kapatılabilirdi. Bunun yanı sıra bütün dünya, dolar almak için ABD’nin kapısına gelmişti ve mal satmaya hazırdı. ABD için kapısına gelen ülkelerin mallarını dolar vererek almak çok cazip hale gelmişti artık. Dolara olan büyük talep, doların değerini gittikçe artırmakta ve ithal mallarını daha da cazip kılmaktaydı. Üstelik uluslararası ticarette eskiden olduğu gibi altın kullanılmadığından ABD istediği kadar dolar çıkarıp ithalat yapabiliyordu. Kısa bir süre sonra Japonya, düşük kur ve ihracat yolu ile büyüme politikasını benimsemekle ABD’ye en fazla mal satan ülke konumuna gelecekti. İşin ilginç tarafı normal bir ekonomide beklenilen olumsuz etkiler görünmüyor; ne devletin bütçe açıkları ve harcamaları enflasyona yol açıyor; ne de dış ticaret açığı doların değerinin düşmesine neden oluyordu. Dış ticaret açığından dolayı ABD dışında biriken dolarların büyük bir kısmı, ABD ekonomisine aktif olarak girmiyor, para arzını artırmıyor dolayısı ile enflasyona yol açmıyordu. Dış ticarete konu olan dolarların bir kısmı ABD’ye yatırım için geri dönüyorken, büyük bir kısmı da ülkelerin rezervlerinde nakit veya kısa vadeli ABD hazine bonoları şeklinde tutuluyor veyahut da petrol alımı için OPEC’e gidiyordu.
 
OPEC ülkeleri de ABD ile yaptıkları anlaşma uyarınca dolarların büyük bir kısmını ABD hazine bonolarına yatırıyor, bir kısmı ile ABD’den mal alıyor, bir kısmını da ABD şirketlerinin, ülkelerindeki yatırımları için harcıyorlardı. Petrole olan talep, büyüyen dünya ekonomisiyle birlikte artıyor, bu durum dolara olan talebi ve dolayısıyla da doların değerini artırmaya neden oluyordu. Dünya ülkelerinin rezerv para olarak doları benimsemiş olmaları da bu dinamiği körüklüyordu. Bundan sonra ABD için, ithalata dayalı büyük bir bolluk ve refah dönemi ve bunun verdiği rahatlığa istinaden başlatılan -komünist bloğun yarışamayacağı ölçüde- modern teknolojiye dayalı büyük bir askeri güç üretme hamlesi başlayacaktı.
 
1981’de Reagan, “Reagonomics” lakabıyla meşhur olan atılımları yaptı. Ekonomiyi canlandırmak için Nixon döneminde kazandıkları zaferle, artık kesin kabul gören Keynes ekolünü takip ederek, vergilerde büyük bir indirim yapıp, askeri harcamaları artırdı. Reagan  böylelikle hem ekonomiyi canlandırmayı umuyor hem de komünizm ile kararlı bir mücadeleye giriyordu. Komünist sistemin zaaflarını bir tarafa bıraksak bile ABD’yi omuzunda taşıyan bahsettiğimiz dinamiklere karşı Sovyetlerin pek bir şansı yoktu. Sovyetler, bu dezavantajını, kontrolü altındaki ülkelerin kaynaklarını kullanıp, kapatmaya çalışarak, girdiği silahlanma yarışında ekonomisini o kadar hırpaladı ki sonunda pes etmek zorunda kaldı. Bu arada önce Japonya, sonrasında Asya Kaplanları ve en son olarak da Çin aynı formülle; yani düşük kur ve ABD’ye ihracata dayalı kalkınma formülü ile hızla kalkınan ülkeler listesinin başında gelecekti.
 
‘Altın penceresi’nin kapatılması ile yerleşen bu ilginç dinamikler, Avrupa’nın euroya geçtiği 2000 yılına kadar devam etti. Euro ilk zamanlardaki riskleri üzerinden attıktan sonra tırmanışa geçti. AB, ABD büyüklüğündeki bir ticari bloğu temsil ettiğinden euro rezerv para olarak benimsenmeye başladı. Bu da ABD dışında biriken dolarların ABD’ye “aktif” olarak dönmeye başlaması manasına geliyordu. Buna bir de Irak, Venezuella ve İran gibi, ABD ile ters düşmüş petrol üreticilerinin, petrolü euro üzerinden satmayı ciddi olarak düşünmeleri eklenince, ABD için büyük avantajlar sağlayan 30 yıllık dinamiklerin değişmesi söz konusu oluyordu. Bu hadisenin ABD’nin şu anki dış politikasını etkileyen en önemli faktörler arasında geldiğini tahmin etmek zor değil.
 
Doların son 30 yıllık dönemdeki önemli konumunu özetledikten sonra, şimdi de bu dönem sonrasında ABD ekonomisinin geldiği bugünkü noktaya bakalım. Biz, çok geniş olan bu meselede daha çok tüketicinin durumu, emlak piyasası, iş piyasası, ABD maliyesi ve dış ticaret dengesi gibi konulara değineceğiz.
 
Amerikalı Tüketici
İlk olarak, tüketici hakkındaki göstergelere bakalım. Dünya tüketiminin %20’sini gerçekleştiren Amerikalı tüketici, o müthiş tüketim iştahıyla yıllardan beri, özellikle Asya ülkelerinin takip ettiği düşük kur ve ABD’ye ihracatla büyüme politikalarının başarılı olmasında en büyük aktör rolünde. ABD’de yaklaşık 600 milyon kredi kartı ve 125 milyon kredi kartı sahibi mevcut; yani her kredi kartı sahibine ortalama 5’e yakın kredi kartı düşüyor. Alınan tüketici kredisi kişi başına 7000 dolar civarında (Şu anda toplam 2 trilyon dolar tüketici kredisi kullanılıyor).
 
2000 yılından sonra emekli sandıklarında birikmiş paraları, borsanın düşmesiyle büyük değer kaybeden Amerikalıların şu anda en güvendikleri yatırımları başlarının üstündeki evleri oluyor. Amerikalılar arasındaki genel eğilim, emekli olduklarında evlerini satıp, Florida gibi daha ucuz bölgelere yerleşmek. İkinci Dünya Şavaşı sonrası gelen “baby boomer” lakaplı neslin 2010 yılında büyük oranda emeklilik yaşına ulaşması söz konusu. Bu durumda evini satmak isteyenlerin sayısında birden bire büyük bir artış olması bekleniyor. Bu da ister istemez ev fiyatlarında önemli düşüşlere sebep olacak gibi gözüküyor. ABD’nin büyümesine önemli ölçüde katkısı olan göçmen nüfusun artış hızında yeni güvenlik politikaları nedeniyle yavaşlama olması, eve olan talebin eski seviyesinde kalmasını zorlaştırabilir. Emlak piyasası, ekonomiye etkisi bakımından ABD için çok önemli bir yer teşkil ediyor. Dolayısıyla bu piyasanın dinamiklerini daha yakından incelemekte fayda var. 
 
Emlak “American Dream”
ABD ekonomisini Avrupa ekonomisinden ayıran en belirgin özelliklerden biri “American Dream” diye adlandırılan ABD tüketicisinin ev sahibi olma tutkusu. Bu rüyayı gerçek kılmak için, geçmişte ABD hükümetleri birçok önemli adımlar atmış. Bunun sonucu olarak ev almak isteyenler için kolay kredi imkânları sağlayan bir hayli komplike bir finans sistemi oluşmuş. Bu finans sisteminin ulaştığı boyutlar, emlak piyasasını ABD ekonomisinin incelenmesinde baş köseye oturtuyor. Bu sistemin isleyişini kavramadan, ABD ekonomisini anlayabilmek pek mümkün değil. O yüzden bunu ayrıntıları ile izah etmeye çalışacağız.
 
Mevcut emlak kredisi sistemi ile Amerikalılar %5 peşin vererek (hatta hiç peşinatsız) 30 yıl vadeli, peşinat miktarına bağlı olmakla beraber, şimdilerde oldukça düşük olan faiz oranları ile (şu sıralarda %6 civarında) ev alabiliyorlar. Esasen, kredi veren bankaların riskini azaltmak için peşinat, daha önceleri çok daha fazla imiş (en az %20). Daha sonra, kısaca PMI (private mortgage insurance) denilen bir sigorta getiriliyor. Bu sigorta, zor duruma düşüp, bankaya olan borcunu ödeyemeyen ev sahiplerinin borçlarının karşılanmasını sağlıyor. Bankalar şimdilerde %20’nin altında peşinat vererek ev almak isteyenlerden PMI almalarını talep ediyor. Böylece bankalar kredi risklerini azaltmış oluyorlar. Peşinatı ödeyemeyen dar gelirli vatandaşlara da peşinat yardımı yapan devlet programları var. Böylece ABD’de ev almak oldukça kolay hale gelmiş oluyor. Alınan uzun vadeli kredilere verilen faizler gelir vergisinden düşüldüğü gibi evini satanlar için de elde ettikleri karlardan belli bir miktara kadar vergi alınmıyor. Böylelikle ev alımının cazibesi daha da artmış oluyor. Bir de ev sahiplerinin nakit problemlerini çözmek için yerleşmiş, bizim ipotekle borç alma diye bildiğimiz “refinancing” sistemi var. Böylece, paraya ihtiyacı olan vatandaşlar evlerinin kendine ait değerlerinin büyük bir kısmı kadar bankadan kolayca borç alabiliyorlar. Vergi sisteminin paraya ihtiyacı olmasa bile, ev sahiplerini ipotekle borç almaya teşvik eden bir yapısı var.
 
Ev kredisi veren bankalar için de ilginç bir sistem mevcut. Onlar da verdikleri ev kredilerinin karşılığı olarak aylık ödemelerden oluşan nakit akışını belli bir standarda uygun tutabilirlerse Fennie Mae ve Freddie Mac gibi (özel olsa da hükümet eli ile kurulmuş olan) şirketlere satabiliyorlar. Böylece, bankalar verdikleri ev kredileri ile ellerinden çıkan nakit miktarını geri almış oluyorlar. Bu parayı tekrar kredi vererek, aktiflerini daha hızlı dönüştürüyorlar. Bu taahhütleri peşin para ile alan Fennie Mae ve Freddie Mac, bunları göstererek bono piyasasına bol miktarda bono sürüyor (Bu bonolara “mortgage backed securities” deniyor). Fennie Mae ve Freddie Mac arkasında ABD hükümetinin gayrı resmi desteğinin mevcudiyeti varsayıldığı için, bonoların devlet tahviline yakın güvenlikte, çok az riskli yatırım araçları olduğu düşünülüyor. Dolayısıyla bu bonolar hem miktar olarak çok fazla hem de yatırım fonları, emekli sandıkları, sigorta şirketleri ve bankalar gibi büyük yatırımcılar arasında çok rağbet görüyor.
 
Bu sistem, ilk bakışta emlak almak isteyenlere ucuz kredi imkânı sunduğundan; bankalara az riskli kredi verme imkânı sağladığından ve büyük yatırımcılara da yüksek meblağda yatırım imkânı verdiğinden çok faydalı olarak görülebilir. Fakat bu sistem, Merkez Bankası’nın para politikalarına maruz kalması açısından değerlendirildiğinde çok dikkatli olunması gereken bir konu ortaya çıkıyor. 
 
Merkez Bankası ve Para Politikaları
Merkez Bankası’nın (ABD’de federal rezerve veya kısaca FED diye geçer) günlük faiz oranlarını düşürmesinin ekonomiye etkileri büyük oranda bu sistem üzerinden tüketiciye yaptığı doping ile oluyor. Bunu biraz açalım: Ekonomi yavaşladığında faizler düşünce iki önemli etki oluyor. Aylık ödemeler düştüğünden ev alımları cazip hale geliyor ve eve yatırım artıyor. Bu da ev fiyatlarını artırıyor. Ev sahipleri de bu fiyat artışları ile kendilerini ‘haliyle’ zenginleşmiş hissediyor. İkinci olarak, faizler düştüğünden ev sahiplerinin “refinancing” yaparak aylık ödemelerini azaltmaları ve hatta evin değer artışından dolayı da nakit borç alabilmeleri mümkün oluyor. Böylece hem ev alımları hem de ipotekle borç alımları artıyor. Bankalar bundan büyük gelir elde ediyorlar ve tüketicinin eline harcayabileceği nakit para geçmiş oluyor. Bu da ekonomiyi canlandırıyor. Böylece Türkiye gibi bir ülkelerde pek mevcut olmayan bir sistem ile Merkez Bankası tüketiciye büyük oranda nakit aktarılabilmesini sağlayabiliyor.
 
2000 yılıyla başlayan ekonomik durgunluğu önlemek için FED son 40 yılın en düşük faiz politikalarını uygulamaya geçirdi. Bu da bahsettiğimiz dinamikler yoluyla emlak sistemine etkisini hemen gösterdi. Emlak alımında baz olan 30 yıllık sabit faizler 2000 yılında %8.5 iken 2004 yılında %5’lere kadar düştü. Bu da ortalama (median) bir evin fiyatını %30 kadar artırdı. Genelde ev fiyatları uzun vadede enflasyonun 1 veya en fazla 2 puan (yüzde olarak) üzerinde artar; uzun vadede kabaca yıllık %4 civarı bir artış söz konusu. Mesela 1951 ile 1995 yılları arasında yıllık artış hemen hemen enflasyon kadar olmuş. Yani son yıllardaki artış, ABD tarihinde görülmemiş bir fiyat yükelişi demek oluyor. Bunun yanında yine bahsettiğimiz dinamiklerin etkisi ile ev sahibi olan tüketici kesim arasında “refinancing” furyası başladı. Sadece 2002 yılında düşük faiz ve evlerdeki fiyat artışını kullanarak tüketici 775 milyar dolar borç almış. 2003 yılında ise bu rakam 879 milyar dolar. Bir de buna Bush hükümetinin getirdiği toplam 130 milyar dolarlık vergi indirimlerini katarsak son birkaç yılda tüketicinin eline eşi, benzeri görülmemiş miktarlarda nakit para geçmiş oluyor. Bunun, ekonomiye çok önemli doping etkisi yapması beklenirken, 2004 yılının büyüme hızının %3’lerde kalacak olması oldukça şaşırtıcı. Bu durum, ABD ekonomisinin içine düştüğü problemin boyutlarını göstermesi açısından önemli sinyaller veriyor olabilir.
 
Öyle anlaşılıyor ki son üç yılın süper düşük faiz ve vergi indirim politikaları olmasaydı ABD ekonomisi önemli küçülmeler gösterebilirdi. Peki, tüketicinin eline geçen bu nakit para nereye gitti? FED tarafından yapılan bir çalışmaya göre 2001 ve 2002 yılı arasında emlak ipotekli alınan borçların %26’sı yüksek faizli borçların (kredi kartları borçları) kapatılmasına, %35’i evlerin tadilat, bakım ve genişletilmesine, %10’u yeni ev alımına, %16’sı tüketim harcamalarına, %11’i yatırıma ve %2’si vergiye gitmiş. Burada önemli bir şey göze çarpıyor. Bu oranlara göre tüketici, evini ipotek etmekle aldığı borcun yarısına yakın bir kısmını yine ev ile ilgili yatırım ve harcamalara ayırıyor. Buna bir de iş piyasasının durgunluğunu ve maaş artışlarının enflasyonun altında kaldığını katacak olursak, ABD tüketicisinin şu anda emlak piyasasına bağımlılığının boyutları ortaya çıkacaktır. Bu durumda faizlerin artırılmasının tüketiciyi önemli ölçüde sarsacağını görmek zor değil.
 
Aşırı Yükselen Emlak Fiyatlarının Getirdiği Risk
Faizlerin artırılması kredileri pahalılaştırdığından ve dolayısı ile alım gücünü düşürdüğünden, kaçınılmaz olarak emlak fiyatlarını olumsuz etkiliyor. Mesela 30 yıl süreli sabit emlak alım kredisi faizleri şu sıralarda %6 civarında. Bunun %7’ye çıkacağını düşünerek faiz hesabını yaptığınızda, genel alım gücünün artmaması halinde emlak fiyatlarının %10 düşmesi beklenir. Faiz oranlarının 2000 yılındaki %8.5’lere çıkması halinde ise ev fiyatları en az %20 düşecek demektir. Şu anda tüketicinin evindeki hissesi %55 ile ABD tarihinin en düşük seviyesinde. Ev hisselerinin geriye kalan kısmına banka sahip olmuş oluyor. Ev sahiplerinin arasında sadece %42’sinin evinin tamamına sahip olduğunu göz önüne alırsak, evinin borcunu henüz ödememiş olanların, evlerindeki ortalama hisseleri %23’ü geçmemiş oluyor. Bu durumda ev fiyatları %20 düşecek olsa, borcunu ödememiş olanlarının ortalama payı %4’ün altına inmiş olacak. Ortalama bir evin değerinin 200.000 dolar olduğunu düşünürsek, bu durum tüketicinin 40.000 dolar kaybetmesi demektir.
 
2002 yılından bu yana, borç almak için ipotek edilen hane sayısı 25 milyon civarında. Bu rakam, toplam 75 milyon ev sayısının üçte biri kadar olup, tarihi bir rekor kırmış oluyor. Buna bir de son yıllarda bankaların, evlerin değerinin %95’ine, hatta tamamına yakın borç vermeye olan iştahını katarsak, birçok vatandaşın evlerindeki paylarının %10 veya altında olduğunu düşünebiliriz. Şimdi, bu kesim, ev fiyatları %20 düşse ne yapar, sorusu akla geliyor. Sadece evlerindeki payları sıfıra inmekle kalmayıp, evlerinin değeri, bankaya olan borçlarının ancak %90’ını karşılar hale geliyor. Bu durumda birçok ev sahibi, özellikle finansal durumu iyi olan kesim (!) iflas ilan etmeyi tercih edebiliyor. Değeri düşen bir evin borç yükünü taşımaktansa, bu yükü bankaya havale ettikten ve bir kaç yıl bekledikten sonra kredi notlarını yükseltip, düşük fiyattan yeni bir ev alma yoluna gitmeyi düşünebilenler az değil. “İflas” etmiş olmak ABD’de (şimdileri bilmem ama en azından eskinin Türkiye’sinde olduğu gibi) çok aşırı derecede bir sosyal veya ahlaki baskı teşkil etmiyor. Bazı durumlarda iflas etmiş olmak ekonomik olarak daha cazip olabiliyor. Bu tür iflaslarda kanunlara göre bankaların tüketicinin evi haricindeki diğer mal varlığına el koyma imkânları yok denecek kadar sınırlı. Bu durumda kredi faizlerini ödeyemeyen veya ödemek istemeyenler arasında iflas edenlerin sayısı artınca önce PMI satan sigorta şirketleri, sonra bankalar ve yukarıda bahsettiğimiz Fannie Mae ve Freddie Mac (GSE veya uzun adı ile “Government Sponsored Enterprises”) gibi borçlarına göre nakit aktifleri son derece düşük olan dev şirketler, bir anda çok zor duruma düşebilirler. Bunun ulaşabileceği boyutlar aklı zorlayacak seviyelerde. Mesela GSE’lerin toplam borçları 3.5 trilyon dolar civarında. Bu borçlarına karşılık aktiflerinin %98’i verdikleri ev kredilerinden oluşuyor. Yani verdikleri kredilerin %2’sinden fazlası batacak olsa ellerindeki nakit aktifler, borçlarının ödenmesine yetmiyor. Böyle bir tehlike karşısında doğal olarak bu şirketlerin bonolarının değeri hemen düşüşe geçecek, bono sahibi emekli sandıkları, sigorta şirketleri, bankalar gibi birçok yatırımcı kuruluşlar bir anda zarar görmüş olacak. Bu muhtemel zincirleme reaksiyon ve söz konusu olan meblağın büyüklüğü, birçoklarının korkulu rüyası olmuş durumda. Bu arada GSE’lerin muhasebelerinin oldukça karışık olduğu ve birçok şeyi açıklamamakta direndikleri kanaati oluşmuş durumda. Bu durum tedirginliği daha da artırıyor. Bir nebze güven veren şey, hükümetin bu durumda GSE’leri batmaktan kurtaracağı kanaati.
 
Meseleye FED açısından baktığınızda faizleri düşürmekle hem talebi hem de yatırımları artırmış oluyorsunuz. Böylece durgunlaşan ekonomiyi kısa zamanda canlandırmanız mümkün görünüyor. Fakat düşük faizlerin etkisi, büyümesi büyük oranda ithalata bağlı hale gelen ABD ekonomisinde artık beklendiği gibi olmuyor. Her şeyden önce başta Çin olmak üzere Güney Amerika ve Asya’ya yatırım yapmayı daha kârlı gören Amerikan şirketleri, düşük faizli kredileri büyük oranda dış yatırımları için kullanıyorlar. Böylelilikle, düşük faiz politikası ile iç yatırımları canlandırmak ve issizliği azaltmak zor hale geliyor. Fakat son yıllarda ortaya çıkan global kapasite fazlasından dolayı şu sıralarda iç veya dış, her türlü yatırım, birçok şirkete düşük faizlere rağmen riskli görünmekte ve cazip gelmemekte. Bundan dolayı Amerikan şirketleri 2001 sonrasında düşük faizle alabilecekleri kredileri büyük oranda yüksek faizli eski borçlarını kapatmakta kullandılar. Buna karşılık, Amerikalı tüketici tam tersini yaptı. Böylece, talebi artıran, fakat iç yatırımı artırmayan bir etki ortaya cıkmış oluyor. Bu da ithalatın, dolayısı ile dış borcun daha da artmasını sağlıyor. Nitekim son aylarda ABD’nin dış ticareti rekor seviyelerde açıklar veriyor.
 
İş Gücü Piyasası
Normal olarak, dış ticaret açığı artan bir ülkenin parasının değerinin düşmesi lazım ki ihracatını artırabilsin ve açık kapansın. Fakat doların bahsettiğimiz konumundan dolayı bu, ABD için söz konusu olmuyor (en azından yakın zamana kadar olmuyordu). Yine normal olarak, dış ticaret açığının -ithal miktarı GSMH’dan çıkarıldığı için– GSMH’ya etkisinin olumsuz olması lazım. Fakat ABD ekonomisi için bu o kadar basit değil. Tüketim mallarının çok büyük bir kısmı ithal edildiğinden ve ucuz ithal malları maliyetlerinden çok daha fazla katma değer getirdiklerinden dolayı ithalatın artması demek, bu katma değerin artması demek oluyor. Bütün mesele, bu malların üretilmesinde maaş almayan ABD tüketicisinin gelirindeki bu eksikliği bir şekilde giderip, tüketim gücünü yüksek tutmakta. Bu da servis ve teknoloji sektörünün hızla gelişmesi ile şimdiye kadar mümkün olabildiyse de artık servis sektöründeki işlerin de ABD dışına kayması ciddi problem olmaya başladı. Şimdilerde birçok şirket, müşteri servislerine gelen telefonları İrlanda veya Hindistan gibi ülkelerde çalıştırdıkları servis elemanlarına bağlıyorlar. Hatta danışmanlık işlerinde dahi Kanada, Avrupa ve Hindistan’dan geçici olarak getirilen danışmanlar görev yapmaya başladı. Morgan Stanley’in yaptığı bir çalışmada 14 milyon servis sektörü işinin dışarıya kayma potansiyeli olduğu tahmin ediliyor. Böylece 1980’lerde fabrikasyon işlerinin dışarıya kaydırılmasına ürettikleri internet teknolojisi gibi yeni teknolojilerle yeni iş imkânları sağlayan Amerikalılar ne gariptir ki yine aynı teknolojinin mümkün kılması ile 1990’ların sonlarından bu yana servis işlerini de dışarıya kaybetmeye başlamış bulunuyorlar. Amerika’da henüz %5,6’lardaki işsizlik, %7 olan tarihi ortalamasının oldukça altında. Buna karşılık, şimdilerde maaş artışları enflasyonun altında kalıyor. İstenilen düzeyde imkân sağlayan kaliteli iş bulmak 1990’lara nazaran çok daha zorlaşmış durumda.
 
Özellikle doların global konumunun oluşturduğu dinamiklerin ABD ekonomisini getirdiği bugünkü konumda ekonominin büyümesi ya esasen görünür mal üretmeyen ve bu açıdan suni olarak bakılması gereken finans sektörünün ya da ithal mallarından katma değer üreten dağıtım ve perakende satış ağının büyümesi ile mümkün görünüyor. Bu iki sektörün de yapıları itibari ile büyümeleri biraz olsun iş imkânı sağlasa da büyük ölçüde tüketicinin borç alarak harcama yapma kabiliyetine dayanıyor.
 
Devletin Borcu
İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD’nin toplam iç ve dış borçları GSMH’nin %106’sı kadarmış.
Sonraki yıllarda bu oran oldukça düşüyor (mesela 1979’da %26’ya kadar). 1980 sonrası Reagan ve daha sonra Bush döneminde askeri harcamaların hız kazanması ile bu oran 1993’te %50’ye çıkıyor. Clinton yıllarında yine %30’lara gerilemişti. Şu anda bu rakam %36 civarında. 2000 yılı sonunda Clinton dönemi bittiğinde devlet bütçesi yılda 230 milyar dolar fazla veriyordu. Yine 4 yıllık Clinton döneminde ekonomi 3 milyon kişiye iş imkânı sağlamıştı. 2000 sonrasında George W. Bush döneminde bu fazla, yerini rekor seviyede açıklara bırakıyor ve 2003 yılının sonunda yarım trilyon doları buluyordu. Şu anda gelinen noktada ABD’de kamu, özel kesimin ve tüketicinin borçlarını toplarsak 34 trilyon doları buluyor. Bu borcun yarısı son 10 yılda oluşmuş bulunuyor! GSMH 11 trilyon dolar olduğuna göre bunun 3 katı kadar borç mevcut. Yani ABD ekonomisi her bir dolarlık üretim için üç dolar borç taşımak zorunda kalmış durumda. İlginçtir, 1929’daki tarihi krizden önce dahi toplam kredi piyasası borçları GSMH’nin 2.6 katı kadarmış.
 
Devletin çok borçlanmakta olduğundan şikâyet olsa da bu şikâyet, borcun GSMH’ya oranından ziyade artış oranından kaynaklanıyor. Son 3 yılda ABD hükümeti toplam 1 trilyon dolara yakın borç almış durumda. 2001’de 3.3 trilyon dolar olan toplam borç, şu anda 4.3 trilyon doları buluyor. Neredeyse üçte bire yakın bir artış söz konusu. Buna rağmen ABD hükümeti 1995’te ülkedeki mevcut toplam borcun %20’sini almış iken; bu şimdi %12’ye gerilemiş durumda. Yani şirketlerin ve tüketicilerin toplam borçtaki payı çok daha fazla artmış durumda. Hükümetin borcu konusunda esas dikkat çeken husus, bu borcun %40’a yakın bir kısmının yabancılar tarafından; özellikle Çin ve Japonya’nın ticaret fazlası ile finanse ediliyor olması. Bu oran 1995 yılında %22 civarında imiş. Bu durum ABD’de bazı çevrelerde tedirginlik kaynağı olsa da ellerindeki dolar miktarı ile ABD ekonomisini etkileyebilecek konuma geldikleri varsayılan bu iki ülkenin ABD ekonomisine zarar verebilecek kararlar alabileceklerini veya bu eğilime girebileceklerini düşünmek için pek bir neden görünmüyor. Bu ülkeler, büyümelerini sürdürebilmeleri için doların değerinin düşmemesi ve ABD hükümetinin düşük faizle borçlanabilmesi için ticari fazlalarını ABD’nin mali piyasalarına sunmak durumundalar. Doların katastrofik bir şekilde düşmesinin dünyaya getireceği krizden fayda görenler çıkabileceğini düşünmek zor.
 
Dış Ticaret Açığı
ABD’nin dış ticareti, doların uzunca bahsettiğimiz konumundan dolayı 1970’lerden bu yana istikrarlı bir şekilde rekor üzerine rekor açıklar vermekte. Geçen yıl 540 milyar dolar civarında olan açığın bu yıl tekrar rekor kırarak 600 milyar dolara yaklaşması bekleniyor. Böylece yıllardır biriken ticaret açığı, yabancıların dolar bazındaki aktiflerinin mütemadiyen artmasına neden oluyor. 2003 sonu itibari ile yabancıların ABD’deki net varlıklarının toplamı 8 trilyon doları buldu; net varlıklardaki artış oranı ise çok daha inanılmaz boyutlarda… 1995’ten bu yana 8 yıl içerisinde toplam %140’lık bir artış göstermiş (yılda %11.6). Buna karşılık 2003 sonunda ABD’nin dışarıdaki varlıkları 3.4 trilyon dolar idi. ABD’ye direkt olarak 1.6 trilyon dolarlık yatırımları olan yabancılar buna ek olarak, 1 trilyon dolarlık nakit ve benzeri varlıklarının yanında 15 trilyon dolarlık borsanın %10’unu; 4 trilyon dolarlık hükümet borcunun %37’sini; 6.5 trilyon dolarlık emlake dayalı GSE bonolarının %11’ni ve şirket bonolarının %24’ünü de ellerinde bulunduruyorlar. Bunların arasında Japonya başta geliyor. Çin’in de ABD ile olan dış ticaret fazlası büyük bir hızla artmakta olup, geçtiğimiz ay 14 milyar doları buldu.
 
Çin ile olan dış ticaret açığının ABD’nin Asya politikasında kozlarını azaltacağı kanaatinde olanlar var. Mesela Çin’in Taywan’da hak iddia etmesi karşısında şimdilik Taywan’a arka çıkmaya kararlı görünen ABD’nin bu konudaki pazarlık gücünün, biriken borçlar yüzünden ileride zaafa uğrayacağı savunuluyor. 
 
Borsa
Borsada 2000 yılının ilk çeyreğinde başlayan düşüş ile toplam 8 trilyon dolarlık bir değer kaybı oldu. Bu düşüş, tüketicin harcamalarını biraz kısmasına neden olduysa da aynı orandaki düşüş emlak piyasasında olsaydı -emlak piyasasının çok daha yaygın yatırım aracı olmasından dolayı- kıyas götürmeyecek kadar daha fazla olumsuz bir etkisi olurdu. Yine de küçümsenemeyecek bu kayıptan sonra uygulanan para politikaları ile emlak piyasasında son 3 yılda yaklaşık 3 trilyon dolarlık bir değer artışı söz konusu. Kısaca, borsanın şu anki durumuna da değinecek olursak, şirketlerin sansasyonel haberlerle yatırımcıların güvenini oldukça sarstığı, emekli sandıklarının açık verdiği, yatırım fonu yöneticilerinin güven yitirdiği bir ortama. fiyat-kazanç oranının tarihi ortalamanın çok üzerinde bir rakam olan 20 civarı olduğunu, özellikle teknoloji sektöründe fazla kapasiteden dolayı fiyatların ve kârlılık oranlarının hâlâ düşmekte olduğunu, ekonomik büyümenin ise %3’lerin üzerine çıkamadığını eklersek, ABD borsasının yakın zamanda iyi performans göstermesini beklemek pek makul görünmüyor. Bunu “insider” denilen üst düzey şirket yöneticileri de anlamış olsa gerek ki bu yılın ilk dört ayında ellerindeki hisselerden 14.4 milyar dolar kadarını satmışlar. Bu rakam, 1971’lerden bu yana rekor seviyede bir satışı ifade ediyor. Geçen yılın ilk dört ayında bu rakam 4 milyar dolarda kalmış. Ucuz para politikalarının etkisinin ekonomiyi uzun vadeli canlandırmaktan uzak, saman alevi gibi kısa zamanda geçmiş olduğu anlaşılıyor. Tabii arkasında büyük meblağda borçlanma bırakarak!
 
Sonuç
Sonuç olarak ekonomik hızlanmayı henüz tam manasıyla yakaladığı belli olmayan ABD’de enflasyon (özellikle petrol fiyatlarının etkisi ile) biraz artacak olsa da FED’in faizleri artırması kolay görünmüyor. Faizleri rahatça artırabilmek için işsizliğin istikrarlı bir düşüşe geçmesi veya maaş artışlarının en azından enflasyon civarına çıkabilmesi gerekiyor. Bunlar olmadan şu anda %1.5 olan kısa vadeli faizlerin nötr kabul edilen %4’lere çıkarılması kısa zamanda (yani ne bu yılsonunda ne de bir dahaki yılsonunda) olacak iş gibi görünmüyor. Aksi takdirde ekonominin birden bire düşüşe geçmesi ve hatta küçülme eğilimine girme riski kanaatimce bir hayli fazla görünüyor. Hatta günlük faizlerin bir kaç yıl enflasyonun altında seyretmesi beklenebilir. Bu durumda, ticaret fazlasını büyük oranda kısa vadeli ABD bonolarına yatıran Japonya ve Çin gibi ülkeler, bu yatırımlarının reel olarak düşüşe uğradığını izlemeye devam edecekler gibi görünüyor. Merkez bankalarının yatırımlarından kâr yapmak, esas amaçları olmadığı için bunda bir problem görmeyebilirler. Bu da kur politikaları yüzünden zaten ucuza sattıkları mallarını daha da ucuza verdikleri manasına gelir. Buna, bütçe ve dış ticaret açıkları rekor seviyelere ulaşmış ABD’nin enflasyona rağmen faizleri yükseltememesi ile doların değer kaybının hızlanacağı beklentisini eklersek, bu ülkelerin dolarlarını yatırmaları için euronun yanında fiyatı artmakta olan petrol ve diğer doğal kaynaklara yönelmeleri ilk bakışta daha cazip görünebilir. Fakat bunu yapmaları, büyümelerini borçlu oldukları ABD tüketicisinin kredi musluklarının bir hayli daralmasına yol açacağından şimdilik çok zor görünüyor. Bu durumda hem ABD hükümetini hem de ABD tüketicisini büyük oranda finanse eden Japonya ve Çin’in büyümelerinin ABD’ye bağımlılığını azaltmadan ellerindeki dolarları ABD’ye ucuz kredi olarak vermeye devam etmekten başka çareleri yok gibi görünüyor. Japonya ve Çin’in kendi aralarında ve Avrupa ile artmakta olan ticaret hacimleri, bu ülkeleri ileride daha bağımsız bir konuma getirebilir. Böyle olması da beklenmelidir.
 
ABD’nin mevcut dış ticaret açığının da şu anki boyutlarında devam etmesi beklenemez. Bu durumda olması gereken en makul şey, doların değerinin sadece euroya göre değil; Asya paralarına karşı; özellikle yen ve yuana karşı bir hayli düşmesidir. Şimdiye kadar buna direnen Japonya ve Çin’in, ABD’ye ithalatın, ödemesi mümkün görünmeyen birine borç vermeye devam etmekten ibaret olduğunu görmesi, Asya içi ve Avrupa ile ticaret hacmini artırmaya çalışarak bu direncinden vazgeçmesi gerekiyor. Aksi takdirde kısa vadede olmasa da uzun vadede doların katastrofik bir şekilde düşmesi için zemin hazırlamaya devam etmiş olurlar. Bu da dünya ekonomisini kaçınılmaz olarak büyük bir krize sürükler. İşin ilginç tarafı, makalenin başında bahsettiğimiz, ABD tarafından 1971’de tamamen kaldırılan altına endeksli para sistemi mevcut olsaydı dengesizliklerin bu boyutlara ulaşması mümkün olmazdı. Şu anda gelinen durumda altın sisteminin getirdiği oto-kontrol mekanizmasının kurabileceği dengelerin politik kaygıları ister istemez başta gelen hükümetlerin almaları gereken kati tedbirlerle sağlanmasını beklemek zorundayız.
 
Şimdilerde bazı kesimler, Amerikan şirketleri ile vatandaşına iş sahaları açması beklenen Amerikan hükümetinin çıkar çelişkisi içerisinde olduğunu düşünüyor. Amerikan tabanlı da olsa uluslararası kimliği olan şirketler kârlarını artırmak için üretimlerini sürekli olarak düşük maliyetli ülkelere kaydırmakta kararlı görünüyorlar. Yirmi yıldır, işlerini Amerika dışına kaptırmakta olan Amerikalılar şimdiye kadar buna tahammül gösterebildilerse de iç piyasaya yatırımı oldukça şişmiş görünen şirketlerin bu tutumlarının sonucu olarak işsizliğin dayanılmaz boyutlara ulaşması halinde bir gün gelir Amerikan halkı kendi bayrağını ve balonlarını kendi yapması gerektiğine karar verebilir. Bu da 30 yıldır süre gelen trende büyük bir değişim getireceği gibi, uluslararası şirketlerin etik konusundan tutun da, fiyat, paranın sorgulanmasına, olası bir dolar krizi sonunda Altın’ın para olarak geri gelmesi tartışmalarının çıkmasına ve hatta kapitalizmin temel yapı taşlarının yeniden gözden geçirilmesine kadar birçok konuyu dünya gündemine getirebilir.
Dr. Kaan Katırcıoğlu
ABD’nin ekonomik durumu üzerine…
Boğaziçi Bülteni 26’ncı sayı, Ocak 2005

Platformunuzu seçin ve paylaşın.