Algılardaki Boğaziçi…


35 yıl önce Boğaziçi Üniversitesi’ne başlarken…

Sadık Yener

(İşletme 1980)

Boğaziçi Üniversitesi’ne girdiğim sene söz konusu olduğunda ilk hatırladığım, aklıma ilk gelen sabun ve boya kokusu…  I. Erkek Yurdu lavobasına girdiğimde havaya hâkim olan, o yıllarda çeşidi marka olarak çok da bulunmayan kokulu tuvalet sabunun hoş kokusu ve 3. Erkek Yurdu’na dönüştürülen küçük spor salonunun (I.Kız Yurdu’nun arkasındaki, tenis kortlarından sonraki bina) yatakhane olarak hazırlanan alt salonunun elden geçip temizlenmesi, boyanması sonucunda ilk günlere hâkim olan koyu boya ve vernik kokusu…

 

Boğaziçi Üniversitesi’ne girme fikri, liseli yıllarımın son deminde aklıma düşüveren bir tercih. Ondan önce sadece ODTÜ vardı gündemimde. Niye ODTÜ? En büyük ağabeyim 1967’de ODTÜ İşletmeyi bitirmiş, o sıralar ilkokulu bitirmek üzere olan ben, diploma törenine katılma vesilesiyle ODTÜ kampusunu görmüş ve etkilenmiş; bir yabancı dili bilmenin gerekliliğini ve avantajını kavramaya başlamış biri olarak ODTÜ’yü tek seçenek olarak görüyordum. Aklımdan ne tıp, ne hukuk, ne iktisat geçiyordu; ne yılların Üniversitesi İstanbul Teknik, İstanbul Üniversitesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi, ne de gelişip serpilmeye başlayan Ege Üniversitesi… Makine mühendisliği eğitimi alabileceğim ve üstelik İngilizceyi de daha yetkin öğrenebileceğim bir üniversiteydi ODTÜ.

 

Lise son sınıfın ikinci sömestirinde bir gazete ilanıydı aklıma BÜ’ni düşüren.1973-74 öğretim yılında 60 lise birincisini merkezi sınav şartı aramaksızın kontenjandan alacaktı BÜ. Bu farkındalık oluştuğunda tabiî ki çantada keklik değildi lise birinciliği, ama neden olmasındı! Zaten hep örnek gösterilip takdir edilen profesyonel bir öğrenci değil miydim? Devamsızlık, ders kırma kültürü olmayan; ödevlerini günü gününe yapan, sene içi sınavlarında aldığı notlarla sınıf geçme sorunu olmadığını bilen biri olarak, işi biraz daha sıkı tutup bu seçeneği hayata geçirmek mümkün olabilirdi. Nitekim öyle oldu, Haziran’da girdiğimiz lise bitirme sınavları sonucunda ben liseyi birincilikle bitirmiştim.

 

Buna rağmen ODTÜ’nün yaptığı seçme ve yerleştirme sınavına girdim, tercihlerim arasındaki Metalürji mühendisliğini kazandım. ÖSS sınavına girdim, sonuçları beklerken soruların çalındığı ortaya çıktı ve sınavın Eylül ayında tekrarlanacağı ilan edildi. Bense bu arada BÜ’ne lise birinciliği kontenjanından başvurmuş, ön kayıt yaptırmış; başvuru sayısı 60’dan fazla olduğu için yapılan sıralama sınavında da ilk 60’a girerek Mühendislik Fakültesi’ne (o yıllarda kayıt esnasında bölüm tercihi söz konusu değildi. Mühendislik Fakültesi’ne kayıt yaptırıp 1. sınıf sonunda zorunlu olan yaz stajına başlarken bölüm tercihinizi yapardınız) kayıt yaptırmaya hak kazanmıştım.

 

İş bununla bitmemişti. ODTÜ cüz’i harçların ödendiği bir devlet üniversitesi, BÜ ise öğrenimin bedelli olduğu (O günün parasıyla 5.000 TL olan yıllık öğrenim ücreti, bayağı iyi bir bedeldi) özel statüde bir üniversiteydi. Yurt parası, yemek ücreti, kitap masrafları derken bir işçi çocuğu olan benim için BÜ’de okumak mümkün olamayacaktı herhalde. O ana kadar BÜ’yle temas, belge üzerinden ve yazışma yoluyla olmuştu. Telefon edip biriyle konuşup koşmadığımı hatırlamıyorum bile. Üniversiteye gidip yetkililerle görüşmeye karar verdim.

 

İstanbul’a ilk defa 1968’de gelmiştim. Askerlik hizmetini İstanbul’da yapan ve evli olan ODTÜ’lü ağabeyimin yanına yaz tatilinde ailece gidince… Rahmetli babamla Uşak’tan beraber geldik BÜ’ne. Görmeye, tanımaya, şu okul ücretinin ne olacağını konuşmaya…

 

Erenköy’den tren, vapur ve belediye otobüsüne binip okulun Bebek kapısında indik. Yaz ortasının sıcağında, molalar vererek tırmandık, kıvrıla kıvrıla çıkan yokuş yolu. Yeşillikler içindeki yol, yaz sıcağının öfkesini azaltıyordu biraz. Kalorifer bacasının düzlüğünden sonraki üç-beş basamaktan sonra ulaştığınız toprak alanın etrafındaki binalar ve genel panorama da ayrı bir ilk dakika etkisi oluşturuyordu insanda. Bu, ilerleyen günlerde daha belirginleşecek olan bir farklılığın ilk algılamalarıydı Anadolu’dan kopup gelen bizler için.

 

Konunun yetkin kişileriyle görüştüm. Sorun değildi… İhtiyaç sahibi öğrencilerine başarılı iseler burs, değillerse borç veriyorlardı. Sadece öğrenim ücreti değil; o da dâhil dört kategoriyi kapsıyordu okulun bursu: Öğrenim, yurt, yemek, kitap.

 

Parasal sorunun çözüleceğini öğrenmiş olmanın rahatlığı içinde kampus daha bir güzel, daha bir etkileyici, daha bir alımlı göründü gözüme… Bu rahatlık ve keyif içinde etrafı biraz daha yakından görmek için dolaştık. Öğle yemeğini okul kafeteryasında yiyip yemekler konusunda da bir fikir sahibi olma imkânını elde ettim. Tabldot yemek yanında isteyenler için alakart menü de mevcuttu ve bu uygulama bizim dönemimizde birkaç sömestr daha devam ettikten sonra, tamamen tabldot uygulamasına geçildi.

 

Evet, tercihimi yapabilirdim, o aşamaya gelmiştim. Kafamdaki sorulara yeterli cevapları bulmuş olmanın rahatlığı ve keyfiyle, Bebek kapıya giden yolun iniş yönünde olmanın da verdiği konforla üç seçeneği kafamda tartıyordum: ODTÜ Metalurji Mühendisliği, BÜ Mühendislik Fakültesi Makine Mühendisliği ve Eylül ayında tekrarlanacak olan ÖSS’ye girmek…

 

Peki, Türkiye’nin iki seçkin ve önde gelen üniversitelerine giriş hakkı elde etmişken ÖSS’ye girmek niye? Üstünü çizdim bu seçeneğin. ODTÜ’de Metalurji okumakla BÜ’de Makine mühendisliği okumak arasında o gün için çok da birbirine galebe çalan bir fark yoktu. İki seçkin üniversite olmak dışında. İyi bir mühendislik ve İngilizce eğitimi iki okulun da en belirgin ve eşit ortak paydasıydı. Ama net bir şekilde BÜ lehine büyüklüğü olan bir payda vardı: İstanbul’un mavisi, yeşili, havası, “boğaz”ı, kültürel ve sosyal zenginliği! Nasipten ötesi yok. Sonuçta BÜ’ne girdim.

 

Ama süreç biraz farklı ve ilk rotasından saparak işledi. Makine mühendisliği niyetiyle başladığım BÜ’de yaz stajına başlarken Elektrik Mühendisliğini seçen ben, ipi bir İşletme mezunu olarak göğüsledim. Teknik olarak hazırlık ve uzatmalar dâhil olarak (Başlangıçtaki tercihlerin değişmesi “veya”  tercihlerin doğru ve sağlıklı yapılamaması konusu bugün hâlâ Türk eğitim sisteminin tamamında-orta ve yüksek öğretim- üzerinde önemle durulması gereken ve çözüm bekleyen bir sorunlu alandır) 6,5 yılda bitirdim.

 

BÜ’de yılların derin izlerini taşıyan ve nice değerli hatıralarını barındıran her bir binada o günün imkânlarını sunmaya çalışan bir altyapı zenginliği vardı. Yapılar, çok modern olmasa da 1970’li yılların İstanbul’unda çoğu üniversite öğrencisinin sahip olamadığı konfora sahipti. Devamlı sıcak suyumuz; düzenli yanan kaloriferlerimiz, yurt odalarında çalışma masalarımız vardı… Dersliklerimiz yaşlı ama temizdi… İdari binalar bakımlıydı… Spor salonu, kulüp faaliyet odaları derslerden sıkıldığımızda bizleri beklerdi… Öğle ve akşam yemeklerimiz okulda yapılırdı…

 

1970’li yıllarda yaklaşık bin beş yüz civarında olan öğrenci mevcuduyla binalar birden fazla işlevin bir arada yer aldığı bir konumdaydı. Bugün markete dönüşen I. Erkek Yurdu’nun zemin katı o dönemde yemekhaneydi. Binanın ortası, son kata kadar açık ve ışık alan bir yapıdaydı. Berberimiz, çamaşırhanemiz bu yemekhaneye girişin olduğu zemin kattaydı. Birinci kattan itibaren yurt odaları başlar;  4. katta son bulurdu. 4. kattaki odalar sayfiye odalarıydı, bir ve iki kişilik odalardı bunlar… Şu anda olduğu gibi kura yoluyla tespit edilen ve en kıdemliden (dördüncü sınıflar) aşağıya doğru tercih haklarının kullanıldığı bir yöntemle yerleştirme yapılırdı (her dönemde var olar torpil uygulamaları istisna). I. Yurdun en kalabalık odası 314’dü (hazırlık ve 1. sınıf öğrencilerinin kaldığı, 15 kişi). Birinci katta, iki adet çalışma odası varmış; kütüphane saat 23:00’den sonra kapandığı ve her odada yeteri kadar masa olmadığı için… Bizim geldiğimiz sene bunlardan bir tanesini -101 nolu- (İdari Bilimlere bakan taraftaki) odaya çevirmişler. Eylül ayında İstanbul dışından gelip de yurtta kalmaya hak kazanan hazırlık veya lisans 1. sınıf öğrencilerini, birer ikişer bu odaya yerleştirmeye başladılar.

 

O tarihte alt salondaki -80 kişilik yatakhaneye çevrilen küçük spor salonu- düzenleme çalışmaları bittikten sonra, ilerleyen günlerde, 101 no’lu odada kalan hazırlık sınıfı öğrencilerinin 3. Yurda taşınmaları istenmişti.

 

Ankaralı Ahmet diye bir arkadaşımız vardı, hazırlık sınıfında. Yurt Amiri Mümin Yurtsever’in geldiğini haber alır almaz, köşe bucak kaçar, gözüne görünmezdi, 3. yurda gitmemek için… Bu kaçışı günlerce sürdü ve bu çabaları nedeniyle o tarihlerde siyah beyaz TV’de ilgiyle izlenen Dr. Kimble dizisine atfen “Kimble” lakabıyla anılmaya başlandı. Bu kaçış çabaları sonunda sonuç verdi ve ortalık durulup ihtiyaç sahipleri yerlerini bulduktan sonra kimse Ahmet’in 3. Yurda gitmesini gündeme getirmedi.

 

Yurt Amirimiz Mümin Bey eş ve çocuklarıyla 2. katta ikamet ederdi ve lisansta 2. sınıfımızı okurken, 214 nolu odada 6 arkadaş kendisine komşu olma şerefine nail olduk.

 

O zamanki 2. Erkek Öğrenci Yurdu iki katlı; Tevfik Fikret’in evine komşu olan konumu ve biraz ayakaltından uzak oluşuyla sakin bir yurttu. İki, dört ve altı kişilik odalarıyla 1. Yurda göre daha butik ve farklı bir havası vardı buranın… Hele boğaza bakan üst kat, bir odası, sahip olduğu “balkonuyla” ayrıcalıklı bir konumdaydı ve kış ayları dışında sunduğu keyif herkese nasip olmamıştır.

 

3. Yurt 1973 sonbaharında hizmete girdiğinde ilk sakinleri olma şerefi bize ait olmuştu. 80 kişinin tek bir mekânı yatakhane olarak paylaştığı, çift kişilik ranzaların yan yana dizilip ayakuçlarında yer alan çift kişilik çelik dolapları, tepeden sarkan florasan lambaları, ortaya atılmış iki uzun masa ve iskemleleriyle 3. Yurt, yurt hayatını ilk defa yaşayacak bir hazırlık sınıfı öğrencisi olarak hayatıma renk katacak ilginç anılara ev sahipliği yapmıştı. Tepe ışıkların kural olarak saat 23:00’den sonra kapatılması gerekirken yurda değişik nedenlerle geç gelenlerin ışığı açmasıyla ortaya çıkan patırtılar; taban döşemesi tahta olduğu için günün her saatinde dikkat çeken, hatta bazen rahatsızlık veren tok ayak seslerinin yarattığı gürültü; orta masada tatlı tatlı başlayıp ilerleyen dakikalarda  -bazen küfürleşmeye varan-sert tartışmalara dönüşen fikir teatileri; kıyıda köşede ranzaların üstünde yapılan üçlü-beşli tatlı sohbetler…

 

3. Yurt, bütün unsurlarıyla kompakt bir hizmet birimiydi: Koğuş tipi de olsa yatakhanesi, duşları, çalışma odası, sürveyan odası… Üst salon, spor amaçlı olarak muhafaza edildiği için  kampusta kalan üniversite mensuplarının çocukları zaman zaman buraya basketbol oynamaya gelirler, bu ise ders sonrası dinlenme amacıyla yurda gelen bizler için tahammül edilmesi zor bir durum olurdu. Bina, yoğun bitki örtüsüne yakın olduğu için rutubet nedeniyle zaman zaman ortaya çıkan davetsiz misafirlerimiz olurdu: Akrep…

 

Şu anki İdari Bilimler Fakültesi binası o zaman da aynı sıfatı taşıyordu. Ancak hazırlık sınıfının tüm öğrencileri o binada ders görüyordu. Hazırlık sınıflarıysa 15 kişi civarındaydı. Üçüncü katı, futbol sahasına bağlayan köprülü bir merdiven mevcuttu. Zannedersem şu an kaldırılmış.

 

Okulu, burada bize ayrılan birkaç sayfaya sığdırmak mümkün olmayacak. Şunu da anmadan geçemeyeceğim. Fortran-IV programlama dilinin uygulama ödevleri için yazdığımız programları “punch” makinelerinde delerek yazdığımız “özel kartlar” marifetiyle BİM’de okutur; “print” alarak işleyişini, varsa yazılım hatalarımızı görürdük. Bizim tanıştığımız BİM ise Mühendislik Fakültesi binasının giriş katında küçük mütevazi bir odaydı ve kullanılan bilgisayar sistemi (modelini hatırlamıyorum) biraz irice bir yemek masası büyüklüğündeydi. Daha sonra bildiğimiz BİM inşa edildi; özel klimalı, ofis birimleri olan, Univac xxx modeli bilgisayar sistemiyle.

 

Boğaziçi Üniversitesi’nin hakkımızda ne kadar hayırlara vesile olduğunu, o büyük hesap günü gelip esas sınav sonuç belgesini aldığımızda göreceğiz…

Allah, cümlemizi O’na layık olan kullarından eylesin.

Hayırlı bir ömür geçirmeniz dileğiyle.

****

Etrafımızdaki süslü dekor; Boğaziçi

Fatih Elmalı

(İktisat 1990)

Boğaziçi, bizim bir kütük gibi sürüklendiğimiz hayat ırmağındaki, bize gösterilen menzillerden biri idi.

Biz hakiki olan neyi biliyorduk ki, Boğaziçi’ni sorgulayacaktık?

Bu bitmesi mümkün olmayan, hep kalacağımıza kesin gözüyle baktığımız dünyada  başarının anahtarlarından biridir Boğaziçi, dediler bize…

Biz de inandık, bu yolda gayret ettik…

Nankörlük etmeyelim, daha çok bilmek, daha fazla öğrenmek için fırsatların olduğu bir yerdi Boğaziçi… Okumaya hevesli ve hakikatlere uyanmaya talip, hayat yürüyüşümüzde bizim için çok kıymetli insanlarla tanıştık orada…

Biz heves ettikçe, dünyanın yanı sıra, hakikatin kapısını da o dönemlerde zorladık Boğaziçi’nde..

Boşa geçen senelerden sonra, eksik kaldığımız yerlerimizi, mektepteki unutulmaz meclislerde gidermeye çalıştık.

İslam peygamberinin ‘kalbinde zerre kadar kibir olan cennete gidemeyecek’ buyruğunu hatırda tuttuktan sonra, bizim Boğaziçi’nde nasıl büyük tehlikeler içinde olduğumuzu tarif etmeye gerek yok. Dolayısıyla; zavallı nefsimizin tutkuları bir yana, bilmeyenlerle bir olmamak için karşımıza çıkan fırsatları değerlendirmek anlamında, kâr ve zararın bir arada bulunduğu imkânlarla iç içeydik.

 

Bu dünyada insanlığın zirvesine çıkmak, Allah’ın kölesi olmakla mümkün.

Bizi bir hiç, bir yok iken, Boğaziçi’nde okuyup, uydurukluklar aleminde seçkin bir yere  getiren Mevla’ya köle olma yolunda  ne kadar katkısı olduysa, Boğaziçi o kadar olumlu bir yer…

 

Yok, eğer yerin iki metre altına girince yanımızda götüreceğimiz hiçbir şeyin kazanılmasına katkıda bulunmamışsa, bu okul ile olan her türlü irtibatımızdan dolayı, Yaratan’ın rahmetine sığınırız…

Ben bugün elhamdülillah Boğaziçi vesilesiyle tanıdığım kardeşlerimle muhtelif hayır ve ilim faaliyetlerine devam ediyorum.

Herhalde Robert College’i kuran papazlar bu müessesenin böyle güzelliklere vesile olacağını düşünemezlerdi. Demek ki eğer Allah’a teslim olmaya talip olursak, bizim Rabbimiz, başımızın belası olacak yerleri de bizlere, kulluk etmek için birer çıkış kapısı haline getiriyor.

Demek ki bizim Rabbimiz, bizim dünyaya geliş amacımızı kolaylaştırmak için başımıza hazırlanmış her türlü tuzağı, sahiplerinin başına geçiriyor.

Demek ki Rabbimiz bizi çok seviyor.

Demek ki O’na köle olduğumuzu bilirsek, Boğaziçi de bize kurtuluş vesilesi oluyor..

Ne mutlu Boğaziçi’nde bunu fark edebilenlere!

Allah’ım bu idraki bu fakire de nasip eyle. Boğaziçi’nin etrafımızdaki dekor olduğuna ve ancak hakikatlerle bağlantısı oldukça bir anlamı olacağına hepimizi uyandır.

Âmin.

 

****

Ben görmedim Boğaziçi’ni! Boğaziçi evde yoktu!

Satı Yelen

Elektrik–Elektronik Mühendisliği (Master)

Herhalde Boğaziçi Üniversitesi hakkındaki izlenimlerini en iyi şekilde özetleyen başka bir yazı bulamam Cemil Meriç’in Jurnal’inden ve benim gibi Cemil Meriç hayranı olan Sn. Mevlüt Kayar’ın “Ve Adam "Kelime" Oldu” başlıklı yazısından başka…

Belki de Boğaziçi Üniversitesi’ndeki yıllarımda Cemil Meriç’e duyduğum hayranlığın nedeni onunla benzer bir düş kırıklığı yaşamış olmamdır bilemiyorum.

“Meriç, Reyhaniye’de (Hatay) bir göçmen çocuğu.. Yaşıtlarından farklı. Giyimiyle farklı, konuşmasıyla farklı. Ve gözlükleri var. Kasabanın çocuklarından bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyor. Şikayet edeceği kimse yok. Sığınacak bir liman arıyor kendine.. Reelden ideale kaçıyor. İdeale, yani kitaplara…

Hatay Fransız mandası altında o zamanlar. Eğitim Fransız kültürü ağırlıklı. Delikanlı çok iyi Fransızca öğreniyor bu nedenle. Fransızca ile beraber bir ummana dalıyor: Balzac, Renan, Hugo… Ve onların bir şehri var: Paris.

Maddi imkânsızlıklarla bir türlü gidemiyor Paris’e. Bu arada çocukluğundan beri güçsüz olan gözleri küçük harflerden oluşan satırlar arasında yavaş yavaş nurunu kaybeder. Doktoru, Avrupa’ya gitmesini tavsiye eder. Avrupa’ya gidecek maddi gücü yoktur. Tam bu esnada üniversiteden dostları devreye girer. Tetkikatta bulunmak üzere Paris’e gönderiliyor, orada iken gözlerini kaybetmiş kabul edilecektir.

Paris dizi dibinde, Paris uzak… Bir uçak bileti parasına satın alınan Paris değil onun şehri. Montaigne’nin, Villon’un, Moliére’in, Sartre’in Paris’i… Ölüleriyle, daha doğrusu ölmezleriyle sevdiği Paris. Ve sevgiliyi görememektedir, göremeyecektir… Bu acı, dilinden yürekleri yakan sözcüklere dönüşecektir:

“Ben görmedim Paris’i… Paris evde yoktu.. Ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu. Neden beni aramak için buralara kadar geldin diye sitem etti bakışları. Promete Kafdağı’na zincirlenmiş, ben hastaneye zincirliydim. Paris’te hastaneye zincirli olmak. Hastaneye ve karanlığa… Reyhaniye’nin çamurlu sokaklarını, kerpiç kulübelerini ve maymun azmanı insanlarını, kötü yazılmış natüralist bir romanın esneten teferruatlarını okur gibi, yıllar yılı seyreden gözlerim, Paris’te kapalıydılar.” (Cemil Meriç, Jurnal)

Benim de üniversite maceram Hatay’da başladı. Gece yarılarına kadar yurdun etüdünde yalnız başına çalıştığım, çok çalıştığım için nedense horlandığım ve dışlandığım, bodrumdan bozma üniversite laboratuarlarında soğuktan (okulda o zamanlar kaloriferler çalışmıyordu yeni inşa edildiği için) kemiklerim ağrıyana kadar uğraştığım yıllarda benim de Cemil Meriç’inkine benzeyen bir hayranlık, bir özlem vardı. O Paris’e hayrandı ben İstanbul’a… O Paris’e Hugo’ya, Balzac’a gitmek istiyordu… Ben Boğaziçi Üniversitesi, bilimler, ilimler deryasına…

Boğaziçi’nde aslında ne bulacaktım, bilmiyordum net olarak, oraya giden birini daha önce görmemiştim, ya da ne bulacağını bile bilmediğim bir yeri neden kafamda bu kadar büyüttüm, onu da bilmiyorum. Ama şuna inanıyordum, emeğim değer görecekti ve de benim yetmediğim, yetemediğim teknik vb. konularda etrafımda bilim aşığı insanlar göreceğimi zannediyordum. Onların da desteğiyle ve sinerjisiyle ben de artık uluslararası alanda, piyasada kabul görmüş bir başarıya imza atacaktım. Ben, doğduğum günden beri her şeyin mutlaka en az bir adım gerisindeyim, bilimin, tekniğin ne bileyim sanatın, gerisinde olduğum için aşağılandım, hor görüldüm. Bunu hayatımda bir kez de olsa kırmış olacaktım.

Çok sevgili Cemil Meriç gibi ben de Paris’ime; Boğaziçi’ne kavuştum. Boğaziçi Üniversitesi dizimin dibinde, Boğaziçi benden uzak. Boğaziçi’nde bilimden başka her şey konuştuk, en çok da kıyafetlerimi ve yaşayış tarzımı. Aslında ben bunu sokaktan geçen herkesle konuşabilirdim. Bir de üzerimde patolojik bir önyargı oluşturdular, sanki her gittiğim ortamda birisi beni yanına çağırıp böyle giyinmemem gerektiğini söyleyecek, böyle giyinerek bir suç işlediğimi, her zaman bir şekilde suçlu olduğumu… Hocalarım hep bir ağızdan lisan-ı hâliyle sanki “Neden bu üniversiteye geldin ki!” diye sitem ettiler. “Neden geldim ki dedim?” Geri dönmek istedim, “Ben buraya felsefe yapmaya gelmedim!” dedim kendi kendime, dönemedim, çünkü TÜBİTAK bursu alıyordum, okulu bitirmek durumundayım.

 

Sığınacak ya da vaktimi değerlendirecek bir liman aradım. İnsanlar “Neden bir arayıştasın ki!” dedi.  Boş ver çevrendeki insanları! Sen, ne güzel Boğaziçi’ndesin, orada bulunmak isteyen nice insan var. Boğaziçi nedir, yeşil bahçe mi, Amerikan tarzı binalar mı, kütüphane mi, aldığım ders listesi mi? Boğaziçi Bülent Hoca’dır, Emin Hoca, arkadaşlarım asistanlar. Onlar bir şekilde görmezden geliyorlarsa beni, ben Boğaziçi’nde okumuş sayılır mıyım? Acaba ben yeterince girişken bir insan değil miyim dedim. Girmek istediğim, bulunmak istediğim ortamları listeledim, aktif bir şekilde o ortamlardan istifade etmek istedim, hepsine başvurdum. Bazılarından red cevabı aldım bazıları red cevabı bile vermedi, bazıları da sen güzel bir şey yap biz alkışlarız dediler. Ben alkışlayacak insanı mahallemde de bulurum dedim, ama bunu sadece kendi kendime söyleyebildim, muhatabım, sesimi duymadı.  Sonra yeterince dirayetli olmadığımı düşündüm.

Bilmiyorum Boğaziçi’ne gelen ne buluyor, ne görüyor! Ben görmedim Boğaziçi’ni! Boğaziçi evde yoktu! Ben rüyada gördüm Boğaziçi’ni, gülümsedi ve kayboldu. Neden beni aramak için buralara kadar geldin diye sitem etti bakışları.

****

Boğaziçi farklıymış

Sultan Gül

(PDR 2007)

Boğaziçi Üniversitesi’ne geliş maceram diğer arkadaşlarımdan farklıydı. Lise yıllarımı hatırlıyorum da, ciddi şekilde tıp fakültesi için hazırlanan bir öğrenciydim. Hayatın ileride bana neler göstereceğini bilmeden, kendimce hayaller kurar ve didinirdim. Tahmin edeceğiniz gibi, hayatım istediğim istikamette devam etmedi. Öncesinde lise değişikliğim ve sayısal alandan sözele geçişim, nihayetinde Psikolojik Danışmanlık hedefiyle ÖSS’ye hazırlanışım oldu. Bunların hiçbirisi, planlarım dâhilinde değildi ama dediğim gibi hayat, beni hayallerim dışında istikametlere sürükledi.

 

İyi ki böyle oldu… Yoksa Boğaziçi Üniversitesi’ne gel(e)meyecek, bu nadide ortamı teneffüs edemeyecektim. Üniversitedeki ilk yıllarım zordu. Memleketten ayrılmak, büyük şehre alışmak, üniversiteye ve derslere adaptasyon derken hazırlık yıllarımı zorluklarla geçirdim. Sonrasında aynı adaptasyon sorunlarını bölümüme başladığımda da yaşadım. Farklı insanlar, zor dersler, ödevler ve bunun üstüne okul yurdunda, kalabalık odalarda yaşamak hiç kolay değildi. Bu sıkıntıları birçok arkadaşım yaşıyordu. Gülü seven dikenine katlanmak zorundaydı.

Sonraları okuluma alıştıkça, arkadaşlar edindikçe, derslerle uğraştıkça “Boğaziçili” olmanın keyfini çıkarmaya başladım. Kampus içinde gece-gündüz kalmak, Rumeli Hisarüstü’nü kendime mahalle edinmek demekti. Yurttan bunaldıkça kendimizi Güney Kampüs’e ya da yakın civarda oturan arkadaşların “kampus manzaralı” evlerine atıyorduk. Bizim için okul yakınında olmamız bir ayrıcalıktı. Okulumuzun her türlü sosyal faaliyetlerinden yararlanmamızı kolaylaştırıyordu.

 

Şimdi düşünüyorum da, Boğaziçi Üniversite’sini gözümde farklı kılan, sadece eşsiz kampus yerleşimi ya da sosyal faaliyetlerinin fazlılığı mıydı? Tabiî ki hayır. Bir öğrenci için asıl önemli olan üniversitenin kaliteli eğitim vermesi, profesyonel hocalarla çalışmak ve öğrencisine geniş bir vizyon kazandırmasıdır. Bizler, ilk yetişkinlik dönemlerimizi üniversite sıralarında geçiriyorsak, üniversite koşullarının “iyi bir birey yetiştirmeye” uygun olması gerekir. Etkin ve profesyonel eğitim kadrosu ve öğrenci kapasitesiyle Boğaziçi Üniversitesi bunu başarıyordu.

Dolu dolu 5 yılımı geçirdiğim üniversitemden ayrılmak gerçekten zor olmuştu. Akademik kariyerim için çizdiğim rota beni İstanbul’daki bir başka devlet üniversitesine sürükledi. Bir yılımı doldurduğum ikinci üniversitem ile Boğaziçi Üniversitesi’ni ister istemez karşılaştırır oldum. Ve farkına varıyorum ki, bir devlet üniversitesi olarak Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye’de iyi sayılabilecek diğer devlet üniversiteleriyle mukayese edilemez. Hayatımın en verimli 5 yılından sonra bir başka üniversitede aynı kaliteyi görememek büyük bir hâyâl kırıklığı oldu. Her yönlü mukayesemde Boğaziçi Üniversitesi kazanıyor.

İnsan hayatında her şeyin değeri, iş işten geçtikten sonra anlaşılıyormuş. Benim tek pişmanlığım, akademik kariyerim için kendi üniversitemin imkânlarını zorlamamam oldu. Öğrenci kardeşlerime de tek tavsiyem, okudukları Üniversitesi’nin kıymetini bilmeleri ve sonrası için de Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik planlar yapmalarıdır.

 

Platformunuzu seçin ve paylaşın.