İçinden tarih, medeniyet ve Boğaziçi geçen bir sohbet…

20 Kasım Cuma günü vakfımızın düzenlemiş olduğu “Boğaziçi Sohbetleri” isimli
programda kültür tarihçisi, araştırmacı-yazar Dursun Gürlek ile musahabe ve muhabbet etme fırsatı bulduk. Medeniyet tarihi ve kültür yönlerinden bizleri geliştiren bir programdı bu.
 
İrfan adamı Dursun Gürlek’in tarihimize, edebiyatımıza ve kültürümüze dair zengin bilgi birikiminden müstefid olduk.
 
İstanbul’un en nadide ve en güzel semtlerinden birinde eğitim gördüğümüz için çok şanslı olduğumuzu ve bunun kıymetini bilmemiz gerektiğini söyleyerek sözlerine başlayan Gürlek, sohbetinde şunları vurguladı.
 
“Mekânların insanlar üzerindeki etkisi farklıdır. Bazı mekânların, İstanbul gibi, tadına doyum olmaz. Dünya, doyma dünyası değildir, tatma dünyasıdır. 1453’ten bu yana 555 yıldır Türk milleti olarak İstanbul’da yaşamanın zevkini tadıyoruz. Bu kutlu şehir Fatih’e kadar muhasara edilmişti ama fethedilememişti.
 
Fatih iki gönüllü bir insan idi. Manevi ve maddi gücü çok kuvvetli idi. Bir gün dervişin biri Fatih Sultan Mehmed’e şöyle der: “Bizim dualarımız sayesinde İstanbul’u alabildin”. Fatih ise kılıcını göstererek “Bunun da hakkını unutma.” der.
 
İstanbul’un farklı isimleri vardır: İslambul, Asitane, Darü’l-aliyye ve Dersaadet. (Mutlu insanların mekânı)
 
İstanbul fethedilmeden önce toplar Edirne’den “Constantine”ye üç ayda getirildi. Bir top takriben 300 kilo kadar geliyordu.
 
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Es artık kahpe rüzgâr ne yandan esersen es…
 
Necip Fazıl Kısakürek
 
(…)
      
İstanbul surlarındaki ilk gedik, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Cami’siin önündeki kapıdadır. Mihrimah Sultan Camii iki tanedir İstanbul’da. Biri Üsküdar’da; diğeri Edirnekapı’da. İkisinin de mimarı Mimar Sinan’dır.
 
Mihrimah, ay ve güneş demektir ve güzelliği temsil eder. Mihirimah Sultan, Hürrem Sultan’ın kızıdır.
 
Üsküdar semtinin diğer adı, “Hanım Sultanlar Şehri”dir. Çünkü burada padişah hanımları cami yaptırırdı. Ayrıca “Altın şehir” ve “Kâbe toprağı” olarak iki ayrı ismi daha vardır. Kâbe’ye giden sürre alaylarının ilk kalkış noktası Üsküdar olduğu için bu güzel beldeye Kâbe toprağı da denilmiştir.
 
(…)
 
İstanbul Üniversitesi’nin tarihi kapısının üzerinde ne yazdığını çok az insan bilir. Üniversitede profesörler bile okuyamazlar. Daire-i Umur-u Askeriye (Asker-i işler dairesi) yazar, İstanbul Üniversitesi’nin cümle kapısının üstünde. Burası, Osmanlı zamanında Harbiye Nezareti olarak kullanılmıştır. Kapının sağında ve solunda ise ayetler yazılıdır.
 
(…)
Bizler kültürümüzden kopmuşuz. Aydın olmak için önce kendi öz kültürümüzün eserlerini öz dilinde anlayabilmemiz gerekir. Osmanlıca öğrenmemiz bu noktada şarttır.
 
Cemil Meriç’in yanında çalışırken üstad bana şöyle demişti: “Türkiye’de Osmanlıca öğrenmek, Arapça öğrenmekten önceliklidir.” Süleymaniye Kütüphanesi Osmanlıca kitap dolu ve bizler bunları okuyabilmeliyiz. Çok zengin bir milletiz. Amerika’nın 200 yıllık bir geçmişi varken, bizim 2000 yıllık geçmişimiz vardır.
 
(…)
 
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” isimli kitabını mutlaka okuyunuz. Tanpınar, “Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra dördüncü kutlu  şehir İstanbul’dur” der.
 
Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicret etiğinde, Ensar O’nu misafir edebilmek için yarış içindedir. Peygamberimiz de kimseyi kırmamak için devesini serbest bırakarak, devesi kimin evinin önüne çökerse orada misafir olacağını söyler ve mübarek deve Eba Eyyub El Ensari’nin evinin önüne çöker. Peygamberimiz altı- yedi ay O’nun evinde kalma şerefini O’na bahşeder. Eyüp Sultan Hazretleri mübarek bir insandır ve bugün bile bu zatı ziyarete gider halkımız. Neden? Hz. Ali der ki: “Tatlı subaşı kalabalık olur.”
 
Eba Eyyub El Ensari Hz., Emeviler döneminde Constantine’yi kuşatmaya gelir ve kuşatma esnasında şehit olur. Vefat etmeden önce verdiği vasiyete uyularak bu mübarek zatı surların en yakınına gömerler.
 
(…)
 
Fatih Sultan Mehmet Han şöyle demiştir: “Constantine’yi fethedip İstanbul yaptığıma çok sevinmiyorum. Benim asıl sevindiğim, Akşemseddin gibi bir hocayla aynı dönemde yaşıyor olmaktır.”
 
(…)
 
Fatih, fetihten sonra Eba Eyyub Halid Bin Zeyd El Ensari Hazretleri’nin kabrini bulmaya çalışır. Akşemseddin’e nasıl bulacaklarını sorar. Bir gün ikisi mübarek sahabinin defnedildiği bölgede dolaşırlar ve Akşemseddin Hz. durup iki rekât namaz kılar. İkinci rekatın secdesi yaklaşık bir saat sürer ve bir saat sonra Fatih’in yanına giderek: “Beyim müjdeler olsun, seccademi tam da Sahabe Hazretleri’nin naaşının üzerine sermişim, naaş buradadır. Burası kazılsın” der. “Tamam” der Fatih ve işaretlemek için iki tane çınar ağacı diktirir. Fatih, Gece vakti, askerlerden birine kimseye söylemeden ağaçların yerini değiştirmesini söyler. Ertesi sabah Hoca ve Fatih, tekrar mekân-ı kabre gelirler. Akşemseddin: “Yahu bizim ağaçlar yürümüş, naaş buradadır siz burayı eşin” der. Orası eşilir ve “Hezâ Eyyup El Ensari” yazan taş ve taze bir vücut çıkar ortaya. Hemen oraya Eyüp Sultan Camii yaptırılır.
 
(…)
 
İstanbul her devirde edebiyatçılarımıza ilham kaynağı olmuştur. Şair Yahya Kemal’in İstanbul’da üç mekânı çok sever. Buraları Üsküdar’daki Atik Valde, Koca Mustafa Paşa ve Eyüp’tür. Eyüp, Eyyub Sultan Hazretleri’nden dolayı uhrevi bir beldesidir İstanbul’un.
  
(…)
 
Üç İstanbul vardır buna Osmanlıda “bilad-ı selese” denir. Eyüp, Galata ve Üsküdar… Bunların dördüncüsü de Boğaziçi’dir.
 
Dünyada içinden deniz geçen tek şehirdir Boğaziçi. Tabiatı son derece güzel, içinde yalılar, bağlar, bahçeler, paşa konakları olan zengin bir medeniyettir burası. “Boğaziçi medeniyeti” Rumeli ve Anadolu yakası olmak üzere ikiye ayrılır. Rumeli yakası, Beşiktaş’tan başlar, Rumeli fenerinin olduğu yerde biter.
Anadolu yakası ise Üsküdar’dan başlar ve Anadolu fenerinin olduğu yerde biter. Anadolu hisarını Yıldırım Beyazıt yaptırır. Rumeli hisarını ise Fatih Sultan Mehmet dört ayda yaptırır. Yukarıdan bakıldığında “MUHAMMED” isminin yazılı olduğunu görürüz. Rumelihisarı Boğaziçi’nin göz bebeğidir.
 
Boğaziçi semtlerinin isimlerinin her birinin ayrı bir hikâyesi vardır. Mesela Çubuk’ a neden öyle denmiş? Yavuz Sultan Selim’e babası ikinci Beyazıt sekiz tane çubuk vermiş. Sonra çubuğu dikmiş ve beş dakika içinde çubuk meyve vermiş. Babası Yavuz’a: “Evladım kılıcın keskin, ömrün kısa olsun” der ve Yavuz Sultan Selim Han sekiz sene tahtta kalabilir.
 
(…)
Bizim medeniyetimizde küçük şeyler bile önem arz eder. Bir hadis-i şerifte: “Paranız yoksa gülümsemeniz de mi yok” denilmektedir.
 
 
Mütebessim olunuz, müteyakkız oyunuz, mütefekkir olunuz, mütezekkir olunuz, mütedeyyin olunuz ama hiçbir zaman mütekebbir olmayınız.
 
(…)
Arap dünyasının en ünlü seyyahı İbn-i Batuta; Batının en ünlü gezgini Marco Polo ve Türk-İslâm dünyasının seyyahı ise Evliya Çelebi’dir.
 
(…)
 
Tecessüs sahibi olmalısınız. Sırf ilim yetmez irfan da lazımdır. Mesnevi, Safahat ve İhya okuyunuz. Çok eser okumaktansa az seri çok okuyun. Bizim kültürümüz göz göze, diz dize gelme, muhabbet etme kültürüdür.
 
Bununla birlikte ilim sahibi insan mütevazı olmalıdır. Hiçbir zaman tevazuu elden bırakmamalıdır. Yunus’un “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Ya nice okumaktır” fehvasında hareket etmelidir.
 
Hikâyeyi bilirsiniz, Temel’in kayığına bir sarf-nahiv âlimi biner. Bizim âlim biraz gevezedir.  Yolda Temel’e sorar, “Sen fiil çekimlerini bilir misin?” Temel "”Yok bilmiyorum” deyince de, "Oo, desene ki hayatının yarısı gitti" diye karşılık verir. Biraz sonra başka bir şey sorar Temel onu da bilmemektedir, “Eyvah, bir yarısı daha gitti hayatının” der alim. Bu böyle devam eder. Yol da uzundur. Hava kötü, deniz dalgalıdır. Şiddetli bir dalga kayığı tam devirirken Temel bağırır, “Ula Hoca yüzme biliyor musun?” “Bilmiyorum” cevabını alan Temel hemen yapıştırır, “Desene ki hayatının tamamı gitti dostum”.
 
(…)
 
Fatih türbedarlarından Ahmet Amiş Efendi der ki: “Bir insanı şu üç şey çok etkiler: Tilavet’il-Kur’an, Mülakatü’l-Rahman ve Sohbet’il-ihvan.”
 
(…)
 
Boğaziçi Sohbeti gerçekten adıyla müsemma oldu. Boğaziçi’nde yaşayıp da Boğaziçi’nin sınırlarını, başlangıç ve bitiş yerlerini bilemeyen bizler, yaklaşık iki saat süren sohbetin bitmesini hiç istemedik, sohbetin tesirinde kaldık, çok şey öğrendik, hemen yanı başımızda bulunan medeniyetimizin yitik hazinelerine dair bilgilerimizi artırdık.
 
Gerçekten güzel bir muhabbet oldu ve öğrenciler büyük bir memnuniyetle ayrıldılar.
 
Kısa bir süre sonra yeni bir Boğaziçi Sohbeti’nde buluşuncaya dek Allah’a emanet olunuz.
Dursun Gürlek
1952 yılında Tokat’ta doğdu. İlk ve orta tahsilini memleketinde tamamladı. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Yeni İstanbul, Tercüman, Hürriyet, Günaydın gazetelerinde çeşitli görevlerde bulundu. Bir süre muhtelif okullarda Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. Biyografi araştırmaları ve çeşitli makaleleri Meşale, İnanç, Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Kültür Dünyası gibi dergilerde yayınladı. Tarih ve Düşünce dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Bu dergide neşrettiği "Kırkambar" ve "Ayaklı Kütüphaneler" başlığı altındaki yazılarıyla dikkat çekti.

Yazarın, Osmanlı Tarihi, Şark Klasikleri ve biyografi sahasındaki çalışmaları halen devam etmektedir.

ESERLERİ

Telif kitapları: Maziye Bir Bakı Ver, Kültür Dünyamızdan Manzaralar, Ayaklı Kütüphaneler, Karınca Huzura Varınca.

Osmanlı Zaferleri, Osmanlı Kumandanları, Köprülüler, Banu Cihan, Tutiname, Sünusiler, İlim ve İrade, İbrahim Aleyhisselam, Amâk-ı Hayâl gibi bazı eserleri Osmanlı aslından Latin harflerine aktardı.
 
 
 Meryem Sağıroğlu-Tarih-3
 
 

Platformunuzu seçin ve paylaşın.