Prof. Dr. Özer Ertuna’yla öznesinde Boğaziçi Üniversitesi bulunan bir sohbet…

Boğaziçi Üniversitesi’yle ilişkiniz nasıl başladı? Ne zamandan beri sürüyor?

Boğaziçi Üniversitesi ile ilişkim yıllar önce başladı. Galiba 1959 senesinin ilkbahar mevsimiydi. Aşağı yukarı şu an 50 sene oldu. Şu andaki adı İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi olan, o zamanlar Yönetici Okulu “Management School”, bir mühendisliğe ilave olarak yüksek okul açılıyordu… Bu okul açılırken yönetim, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden öğrenci bulmaya, yani liseleri dolaşmaya çıkmışlar. Gittikleri her lisede, okullarını, öğrencilerini ve hocalarını tanıtmışlar. Ben Edirne Lisesi’ndeydim. Oraya da gelmişlerdi. O zaman sistem şimdi ki gibi merkezi sistem değildi ve neticede beni beğenmiş olacaklardı ki “Robert Koleji’nde okur musun?” diye teklif geldi.

 

O şekilde galiba 17 ya da en fazla 20 öğrenci, benim gibi liselerden, üniversitelerden ve Türkiye’nin çok çeşitli yerlerinden seçmişlerdi ve biz ilk sınıf olduk.

 

Robert Kolej’nin yüksek kısmında Mühendislik vardı, Management üzerinde ilk öğrenciler olduk. Çok ilginçtir ki o ilk öğrencilerden dört tanesi, burada ileriki yıllarda hoca olarak çalıştı: Oya Silyer, Köymen, Mustafa Dilber ve ben.

 

Bakınız, küçücük bir sınıftan; ilk sınıftan dört hoca çıkıyor. Bu arkadaşlarımız, üniversitenin bütün gelişmelerinde hizmeti olan arkadaşlar. Bu çok önemli bir olay…

 

Her neyse… Robert Kolej’de okuduk, 1963 yılında mezun olduk. O sıralarda Robert Kolej’de öğretim üyesi yetiştirme bursu imtihanları açılmıştı. Bütün Türkiye’ye açılmıştı bu sınav. Bu imtihana girdim ve oradan Cornell Üniversitesi’nde 4 sene master ve doktora yaptım. Sonrasında ülkeme geri dönerek 1967 yılının sonbahar mevsiminde, 27 yaşında bir genç olarak, Robert Koleji’nde hocalığa başladım.

 

O günden bu güne hocalığım devam ediyor. Esasında 2007 yılının 18 Ağustos’unda beni yaş haddinden emekliye ayırdılar. Ayırdılar ama, gönül olarak kopamadık.

 

Boğaziçili olmak sizin için ne ifade ediyor?

 Boğaziçili olmak ne ifade ediyor? Hani çok popüler bir terim var, anlamını yitiriyor çok popüler olduğu için… “Boğaziçili olmak bir ayrıcalıktır” deniliyor ya… Başka türlü bir ayrıcalık bu.

 

Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi diye devam edilen bu tür kültür, insanları zedelemeden, veyahut da tek kanala yöneltmeden, kimliklerini koruyarak güçlenmelerine imkan veren bir sistem. Bu çok önemli…

 

Buradan en solcu kişiler de mezun oluyor, en sağcı kişiler de… Her türlü kişi; iş adamı, yönetici, sanatçı bu okuldan mezun olabiliyor. En iyi tiyatro oyuncuları da buradan mezun oluyor… Şöyle diyebiliriz, insanların kendilerini keşfetmesine yarayan bir sistem burası… Yani kendinde var olan yetenekleri ortaya koymak için bir fırsat tanınıyor insana Boğaziçi Üniversitesi.

 

Robert Kolej’de öğrencilik yıllarınızdan unutamadığınız bir hatıranızı paylaşmak ister misiniz?

Şu anda şöyle, benim öğrencilik yıllarımda bütün arkadaşlarım bilirler, takma adım “Profesör Ertuna”ydı. Ama şu böyle başladı: Bir gün, bir hocamız, sınıfta ders sırasında içeriye bir görevlinin girmesiyle birlikte görevli onun kulağına bir şeyler söyledi. Hocamızın idareye kadar gitmesi gerekiyormuş. Bir ihtiyaç durumu vardı herhalde. Hoca sınıfa dönüp, “Ben dekanlığa kadar gidiyorum, ancak dersi Prof. Ertuna’ya bırakıyorum, o devam edecek” dedi. Ve bu hadise, pek çok şeyin; belki de benim akademik hayata yönelmemi etkileyen nedenlerden biri oldu.

 

Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi arasında bir devamlılık ilişkisi olduğu hep söylenegelmiştir. Kolej ve üniversitenin mezunu olarak bu noktada izlenimleriniz nelerdir?

Bunun haklı tarafı var, ama hatalı tarafı da var. Şöyle; belki hatalı tarafı dediğim yönde daha büyük başarı elde etmemiz lazımdı. Haklı olduğu tarafı, biraz önce söylediğim özelliği devam ettirmeye çalışıyoruz. Yani pek çok hoca  “Öğrencinin içindeki gizli cevheri çıkarmaya çalışıyor. Bizim ilkelerimizden biridir bu.

 

Biz, öğrenciyi içinde cevheri olan bir insan olarak görürüz ve bunu çıkarmaya çalışırız. Kendini keşfederek oluyor bu tabi… Biraz önce söylediğim şeyle bağlantısı burada. Ama hoca açısından bir inanç da gerektiriyor. Yani öğrencilerin içinde bir cevher olduğundan emin olacaksınız, ama farklı bir cevher…

 

Şimdi bu devam etti gibi geliyor bana… Hem de çok uzun süre… Ama devam etmesinin kolaylığı vardı. Çünkü öğrencilerimiz gerçekten çok iyi seçilip geliyor.

 

Seçme kıstaslarımız doğru mu? Bu çok soru götürebilir. Bir bakımdan bütün öğrencilerimizin bir vasfı var. Yani yalnızca merkezi sınavda elde ettikleri puanlar değil; bunlar iyiye güzele yönelmiş insanlar… Bir şeyler bulmak istiyorlar… İki tarafta da bir arama azmi var. Bunu devam ettirdik sanıyorum. Ama hatalı tarafı şu. Büyük çabalarla Amerikan okulu bir Türk üniversitesine dönüştü. Bunu da önemsemek lazım. Yani Robert çok başarılıydı. Esas başarısı bence Boğaziçi Üniversitesi diye milli bir üniversiteye dönüşmesiyle oldu. Boğaziçi Üniversitesi, bir üniversitedir, universal’dır… Bütün insanlık için çalışır ama bir Türk üniversitesidir. Bunu da küçümsememek lazım… Ki bir hoca olarak bu dönüşümden sonra başka bir rol de üstlendik. Ve o konuda başarılı olduk.

 

Türkiye’de devlet üniversitelerine örnek olmaktı, yeni bir rol oldu. Bunu Robert Kolej ismi ile yapamazdık. Şu anda Türkiye’nin pek çok yerinde üniversitelerinde hocalarımız, yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz var. Ve gittikleri yerlerde kurumlarının geleceğini etkileyen kararlara imza atıyorlar. Ve biz şu an bu durumdan çok mutluyuz.

 

Çok fazla başarılı olamadığımız tek yönümüz var. O da biraz daha milli üniversite olabilirdik. Türkiye’nin dertleriyle haşir neşir olmuş olarak, halkımıza daha yakın olabilirdik. Çünkü onların sorunlarına çözüm üretecek kapasitedeyiz. Ve bunu maalesef kullanamıyoruz.

 

Boğaziçi Üniversitesi’nin geçmişteki öğrenci profiliyle günümüzdekini kıyaslayacak olursak; aradaki farklar nelerdir?  

Çok güzel bir soru. Bu şimdilerde, eski mezunlarımızla karşılaştığımızda çok ortaya çıkan bir konu. Eski mezunlarımız “Hocam, çok şey değişmiş üniversitede diyorlar.” Çünkü geliyorlar, buraya bakıyorlar, tanıdıkları öğrenci yok! Bambaşka her şey, hâlbuki bu çok doğal bir yanılgı. Onlar buradan ayrılırken etraftaki her yüz, yabancı değildi. İnsanlar yabancı değildi. Selam vermeseler de konuşmasalar da yabancı değildi. Ama şu anda bir bakıyorlar çok farklı bir insan grubu. Şunu söyleyeyim… Hiç değişmedi esasında, okulun büyümesinden kaynaklanan ufak tefek değişiklikler var tabi. Eskiden öğrencilerimize daha yakın olabiliyorduk… Çok ilginçtir mesela hocalığımın on-on beşinci yılında ben sınıfın dışında Özer ağabeydim. Öğrenciler “Özer Abi” derdi. Ama sınıfta “Özer Hoca”ydım. Şimdi bu çok önemli. Yani öğrencilere daha yakın olabiliyorduk. Ama burada bir genelleme yapmayayım. Sistemden mi kaynaklanıyor, sayılardan mı kaynaklanıyor, yoksa benden mi, bizden mi kaynaklanıyor?

Ben artık Özer Abi olamam. Özer Baba da demiyor kimse. Yani bir de yaşın ileri olmasından mıdır bilmem, bir kopukluk var. Ama bakıyorum akademik konularda kopukluk yok. Yani örgencilerimizle bundan 40 sene önce ne ise ilişkilerimiz yine aynen devam ediyor… Ama sosyal alanda; mesela hâlâ örgencilerimiz iş seçme konusunda veyahut da kendi hayatlarına yön verme konusunda bize danışır… Ama eskiden nişanlılarını da tanıştırırlardı bizle. Yani sosyal ilişkilerimiz daha sıcak samimi, insancıl ilişkilerdi… Şimdi o biraz değişti. Ama genelde aynı. Belki bu nedenle biz hocalar, bunun için mesleğimizi seviyoruz. Bunu herkese söylüyorum. Hatta rektörümüz benim emeklilik kokteylimde “Özer Hoca genç kalabiliyor. Sırrını söylesin!” dedi. “Ben, sırrı çok kolay. Ben her derse girdiğimde karşımda 22 yaşında gençler var. 40 senedir bu değişmedi. Ben de 40 senedir 22 yaşındayım.” Dedim Ayşe Hanıma.

 

Boğaziçi üniversitesindeki interdisipliner eğitim anlayışının örgencilere mezuniyet sonrası ne gibi avantajları olabiliyor?

Bu son derece önemli bir şey. Belki de bu üniversitenin faklarından biri. Burada siz kendi bölümünüzde okurken matematiği matematik bölümünden; sosyali; sosyal bilgiler bölümünden alıyorsunuz. Bu olaylara geniş açıdan bakabilmeyi de beraberinde getiriyor.  Bu “interdisiplinerlik” kelimesi bile eskidi. Artık çok boyutlu bir şekilde olaylara bakabilme yeteneği kazandırılıyor öğrencilere. Bu çok önemli. Çünkü bu konuda Amerika’dan çok ilerideyiz. Onu da söyleyeyim.

 

Amerika’da disiplinlerde ihtisaslaşma çok fazla. Herkes, daracık bir alanda çalışıyor orada. Çok uzman oluyor ama 21. yy. onu gerektirmiyor. Bu yüzyılda disiplinler yok artık. 21. yy. da sorunlar var, halledilecek şeyler var. İyiye doğru gitmek için aranan yollar var. Buna dar bir açıdan bakarsanız hiç bir şey anlamazsınız. İnterdisipliner açıdan bakıldığında olayı iyi tanımlayıp olayı iyi anlayamazsanız çözemezsiniz zaten… 21. yüzyıl; artık burada geliştirmeye çalıştığımız, disiplinlerarası etkileşim ve farklı disipliner görüşlerin birbirlerini etkilemesi konusunda ilerliyor. Ama burada bir eksiğimiz var. Buradaki eksiğimizi, kulüplerle, kurslarla falan tamamlamaya çalışıyoruz.

 

Bir Güzel Sanatlar Fakültemiz yok. O büyük bir eksiklik. Çünkü dünyada artık estetik tasarım, bütün bunlar, çok çok önem kazandı. Yani öğrencimize farklı boyutları verebiliyoruz; ama mevcut disiplinler arasında verebiliyoruz. Mevcut disiplinleri aşmayı becermemiz lazım, bütün disiplinlerimiz bizim bilimsel disiplinlerdir. Onun sanat yönü yoktur. Allah’tan edebiyat fakültemiz var. Ama sanat yönü biraz eksik; mesela konservatuarımız yok. 

 

Anadolu’da açılan üniversiteler inanılmaz katkılar yapıyorlar bu konuda. Onların pek çoğunda konservatuar var. Gönül, bir konservatuarımızın, bir Güzel Sanatlar Fakültemizin, bir Mimarlık Fakültemizin olmasını arzu ediyor.  Şayet olsaydı; 21. yüzyılda insanlığın yücelmesi için yararlanacağımız kültür boyutlarını geliştirebilseydik ne güzel olurdu değil mi? Böyle bir eksikliğimiz var işte.

 

Birçok öğrenci yetiştirdiniz. Öğrencilerinizden çok iyi yerlere gelenler var. Burhan Karaçam var; Güler Sabancı var… Bankaların, finans kurumlarının genel müdürleri var, finansman direktörleri var… Memleketimizin gidişatına yön veren insanları yetiştirmek nasıl bir duygu hocam?

Çok güzel. İnsan belki hak etmiyor ama orda bir payınız olduğuna kendinizi inandırıyorsunuz. Bu katkıyı güçlendiren görüşler de alıyoruz. Yani çok hoş oluyor. Bir kokteyldesiniz, bir öğrenciniz, bundan 30 sene evvel öğrenciniz olmuş, şimdi çok önemli bir şirketin başında veyahut da çok önemli bir pozisyonda… Diyor ki -geçen gün başımdan geçti- “Net bir örnek hocam. Her zaman Boğaziçi köprüsünün altından geçerken, sizin ekonomi sınavında sorduğunuz sınav sorunuzu hatırlıyorum. O zaman boğaz köprüsü tasarı halindeydi. Soru şu idi: “Köprünün fiyatı hangi model altında nasıl saplanacak?”

Bu çok hoş bir şey. 30 sene önce sorduğunuz soru canlılığını koruyabiliyorsa bu güzel bir şey. Biz burada çok şanslıyız. Başarılı insanların hocası olmaktan daha önemli olan, belki başarılı öğrencilere sahip olmaktır. Çok önemli bu. Çok iyi bir öğrencii kitlemiz olduğu için oluyor bunlar. Belki bizim katkımız olmadan da başarıya koşacaklardı ama başarıyı elde ettikleri zaman, onları karşımızda görünce gurur duyuyoruz.

 

Bundan iki üç hafta önce, Amerika’da Harvard Üniversitesi’nde Taska isimli Türk ve Amerikan akademisyenler derneğinin toplantısındaydık. Ne kadar güzel bir şey… Ta Amerika’da ne kadar çok tanıdık var, bir çok öğrencimle karşılaştım orada.

 

 

Yeni nesil için neler düşünüyorsunuz?

Yeni neslin kendini doğru tanıması lazım. Doğru tanıdığı zaman, kendindeki yapıcılığı keşfedeceğine inanıyorum gençlerimizin. Cesur olması lazım insanımızın. Çünkü bana göre paylaşılıp paylaşılmaması önemli değil inançlar paylaşılmama da önemlidir.

 

21.yy. için Türkiye’nin çok kritik bir rolü var. Doğu ve batı medeniyetlerinin buluştuğu ve bir potada eridiği; kaynaştığı bir toprakta yaşıyoruz. Bu yalnızca haklar vermiyor; sorumluluklar da veriyor… İnsanlığa karşı sorumluluklarımız var bizim. Bu sorumluluklar, kültürel zenginliği ortaya çıkarmak, onu korumak ve insanlığın yücelmesine hizmet etmek… Bence bütün öğrencilerimizin “Dünyayı ben mi değiştireceğim” gibi bir düşünceye sahip olmaması gerekir.

 

Öğrencilerimiz şuna inansınlar: Bir kişi de çok şey değiştirir. Ve herkesin; bütün öğrencilerimizin bu mimarlığa soyunması lazım; dünyayı değiştirme mimarlığına… 21. yy. inşasında öğrencilerimizin çok önemli roller üstlenmesi lazım. Ben master öğrencilerime şunu diyorum: Hepinizin iki şapkası var. Bir; profesyonel yöneticilik. Bu şapkanıza uygun oyunun kurallarını iyi bilmeniz lazım. Ama oyunun kurallarını uygularken de kendi mührünüzü basabilmeniz lazım. Yani hepinizi biz, üst düzey yönetici olarak görüyoruz. Bir kurumlarınıza şekil verebilmeniz lazım öbür taraftan bir de dünya vatandaşı olarak bir kimliğiniz var. Bu kimliğinizle, profesyonel kimliğiniz çatışabilir bazen. Çünkü, üçüncü kimlikte rüyalarınız da var… İyi bir dünyaya sahip olma rüyaları bunlar… Mevcut dünyanın durumundan hepimizin şikâyetleri var… Açlığın, yoksulluğun, sefaletin olmadığı bir dünya istiyoruz… Biz daha hakça paylaşılan bir dünya istiyoruz. Bizim kültürel kimliğimiz, DNA’mız, damarlarımızda akan kan, haklı tutumlar ister; haklı tutumlar ve davranışlar… Mesela şu anda Batıdaki akım, “Biz free trade değil, fair trade istiyoruz” diyor. Yani, “Hakça ticaret istiyoruz” diyor. Bizim kültürümüz bu gibi şeylerde öncülük yapmaya çok müsait bir kültür. Bizim öğrencilerimizin bu güven altında kendilerine güvenmeleri lazım. Gazi Mustafa Kemal’in de dediği gibi: Türk öğün çalış güven!

Gerçekten örgencilerimizin hepsi bu sözün hakkını verecek durumda.

 

İş dünyasına değinecek olursak… Danışmanlıklar da yaptınız, iş hayatının bu kadar içinde olmanıza rağmen akademisyenliği bırakmadınız… Neden acaba?

Çok basit… Akademik hayat, insana kendini yaşamaya fırsat veren bir hayat… Bir başkasının dediği insan olmak zorunda değilsiniz; kendi hayallerinin peşinde kosan insan olma fırsatı veriyor akademisyenlik. Buna “akademik bağımsızlık” gibi sıfatlar takıyorlar ama bu olay çok önemli bir olay. Ben daha akademisyenlik yıllarımın başında karar vermiştim. Cornell’de doktoramı yaptım. Birmingham Eyalet Üniversitesi’nde hocaydım. Bir gün sabah vakti öğrencilerimi sınav yaptım, öğleden sonra okudum ve notlarımı verdim. Aksam uçağıyla Türkiye’ye geldim. Okulumuzda öğrencilere bir şeyler kazandırmak için buraya geldim. Bunu çok dengeli yapmaya çalıştım. Akademik hayatımı engellemeyecek şekilde danışmanlık yapmadım. Çok seçici oldum. Yani yaptığım danışmanlığın bana bir katkısı olması lazım; sıradan danışmanlık değil benimkisi Allah’a hamdolsun.

 

Bir dönem Başbakan başdanışmanlığı da yapmıştınız…

Allah yardım etti. Ben Başbakan başdanışmanlığı da yaptım. İktisadi devlet teşekküllerinde görev aldım. Sümer Holding’de Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptım. Kamu kuruluşlarını tanıma fırsatı buldum… Bunlar bir iki örnek sadece.

 

İsimler değişiyor. Bir dönem İşletmeler Bakanlığı diye bir bakanlık vardı. İşletmeler Bakanlığı’nın kuruluşunu ben yaptım. Boğaziçi Üniversitesi’ne para bile ödediler onun için… Bu deneyimlerde benim kullandığım kıstas, bunların benim akademik hayatıma katkı yapmasıydı. Ama tersi de olabiliyor. Akademik yaşantınızdan fedakarlık ederek danışmanlık gibi şeyleri de yapmak mümkün. Ben onu seçmedim. Benim mezun ettiğim hiçbir öğrenci, çalıştığı kurumlarda benden daha düşük maaş almadı. Ben bunla iftihar ettim.

 

Hayatta neye önem veriyorsunuz diye soracak olursanız size cevabım şu olur: Ben paraya önem vermedim. Burhan Karaçam’dan bahsettiniz. Burhan Karaçam, kitabında da yazıyor her yerde de söylüyor: “Ben akademik hayata girecektim, Özer Hoca ‘Yok sen çok iyi bir yönetici olacaksın’ dedi bana. Beni öylece yönlendirdi.” Geçenlerde bir konferansta da “Buğun ben bulunduğum mevkii Özer Hoca”ya borçluyum” gibi, beni mahcup eden bir şey söyledi… Herkes yeteneğiyle alakalı yerlere geliyor. Bana göre Burhan Karaçam, gerçekten Türkiye’nin en iyi yöneticilerinden biri oldu. Çok iyi bir banka yöneticisi… İnşallah birikimlerini örgencilerle de paylaşır… Herkesin hayatta bir çizgisi var; doğru veya yanlış… Ama Burhan Karaçam için ben pişman olmadım, benim çizdiğim çizgide böylece yürüdü.

 

 

Boğaziçi Üniversitesi’nin temelinde bilim ve araştırmacı ruhu var… Bu keyfiyet, bir gelenek, bir kültür haline gelmiş. Okulumuz öğrenci kulüpleriyle de sosyalleşmenin adeta sembolü konumunda… Sizce bu geçmişten günümüze ne gibi yararlar sağlamaktadır?

Bu, Boğaziçi’nin en önemli özelliklerinden biri… BÜ’deki öğrenci kulüpleri, insanın kendini bulmasına yardım eden özellikleri bünyesinde taşıyor.  Öğrenencilerimiz kulüplerde sınıflarda öğrendiğinden daha fazlasını öğreniyor; hayatı yaşayarak öğreniyor. Kulüp ortamlarında sosyalleşmek, program tertip etmek, bir şeyleri başarıyor olmak çok önemli.  Bu durum, Robert Koleji’nden beri böyle… Bir şey değişmedi, güçlenerek devam ediyor. Robert Koleji’nde biz Folklor Kulübü’nün kurucularındanız. Esas kurucumuz Fevzi Vedinli’dir. O dönemde, onun kadar bu konulara hâkim değildik. Ama kuruluşunda bulunduk kulübün.

 

1962 yılında Giresun gemisiyle folklor ekibi olarak bütün limanlara uğrayarak Amerika’ya gitmiştik. Orada Türk folklorunu temsil ettik… Bunlar insana çok şey öğretiyor. Öğrenciyken Fotoğrafçılık Kulübü’ndeydim. Hâlâ fotoğraf çekerim. Çiçek resimleri çekerim. Fotoğrafçılıkta, başka bir şey görüyorsunuz normal olarak baktığınız bir çiçekte. O çiçeğe başka bir acıdan bakıyorsunuz. Kâinatın sırlarını öğreniyorsunuz… Drama Kulübü, Tiyatro Kulübü, Türkiye’ye çok fazla sanatçı yetiştirdi… Bizim kulüpler kurum temelini oluşturan güzel şeyler…

 

Sanat ve sporla ilgilenir misiniz?

Spor konusunda bu yaşa gelince sadece fıtnees centerde yürüyerek idare ediyorsunuz… Ama Robert Kolej’de öğrenciyken güreş yapardım. Yıllıklarda fotoğraflar da var. Futbol oynadım, kalecilik yaptım ama o uzun sürmedi… Amerika’da Versay School’da aletli jimnastik ve cross country yarışçısıydım. Bu yaz Allah kısmet ederse Amerika’daki koçumla ve matematik hocamla buluşacağım. Sporla ilişkim bu ama takım tutamıyorum, milli takımı tutuyorum…

 

Hocam bizlere değerli vakitlerinizi ayırdınız. Nazik ilginiz için çok teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim. Sağ olun.

 

 

Mehmet Sever Kalkan-Ali Haydar Harmankaya-Harun Kaya

 

 

Platformunuzu seçin ve paylaşın.