BİR MÜBAREK SEFER

Gezi Yazısı: Kemal Kahraman-İnkılap Tarihi Doktora’ 90

KUDÜS YOLUNDA

Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın organizasyonuyla muhteşem bir Kudüs gezimiz oldu. Buradaki ifade size abartılı gelebilir. Ama içinde bulunduğumuz dünyadan Kudüs’e gidince hiçbir söz abartılı değildir. Bunu oraya gitmeden anlamaksa pek kolay olmayacak.

IMG_8115

Kudüs’e giderken, bildiğiniz gezi formatlarını unutacaksınız. Bu tecrübe en iyi kutsal topraklara yapılan ziyaretle karşılaştırılabilir. Kendine özgü bir havası, anlamı söz konusu. Ama bu tür ziyaretlerin tam bir manevi ziyafete dönüşebilmesi için bazı “detayların” bir arada bulunması gerekiyor. Bunlardan birisi organizasyon ise ikincisi grubun kendi içindeki uyumdur.

Bunu işin başında anlamamız pek mümkün değildi. Daha çok ziyaret edeceğimiz yerlerde odaklanmaya hazırlandık. Fakat daha ilk anlardan itibaren grubun adeta seçilmiş gibi bir uyuma sahip olduğunu, takım ruhu içinde hareket edebildiğini gördük. Bunda kimlerin payı vardı? Geziyi bal olarak düşünürsek, peteği Seyit Ali ve arkadaşları hazırlamıştı. İçini doldurmak da Süleyman Gündüz ve Filistinli rehberimize kaldı. İşlerini çok iyi yaptılar. Bize de bu güzel, bu kutlu ziyaretten manevi haz almak ve bir şeyler öğrenmeye çalışmak kaldı.

Öncelikle gittiğimiz ülkedeki koşullar, pasaport kontrolü, gezi sırasında dikkat edeceğimiz hususlar gibi konularda sıkı sıkı uyarılarak doğrusu biraz tedirgin edilmiştik. Söylenenler kuşkusuz daha önce yapılan gezilerde elde edilen tecrübelere dayanıyordu. Ve tedbirli olmak sandığımızdan daha fazla önem taşıyordu. Fakat kendi tecrübemizde öyle olağanüstü bir durumla karşılaşmadık. Havaalanında olsun, Kudüs’teki gezilerimizde, Harem-i Şerif’e girişlerimizde, Filistin bölgelerine geçişlerimizde olsun kontrol noktalarında hemen hiçbir engelle karşılaşmadık. Hamdolsun.

Filistin’in mevcut durumu ve yaşanan sıkıntılar hakkında elbette belli bir birikimimiz vardı. Bu nedenle Kudüs’ün, Filistin’in rahat ve güvenli bir şekilde gezilebileceğinden kuşkuluyduk, biraz da endişeliydik. Fakat ayağınızı o topraklara bastığınızda iki şeyin ikinci planda kaldığını hissediyorsunuz; rahat ve güvenlik. Orada insanların, taşların, toprakların bütün sıkıntılara rağmen tutunmaya çalıştığını fark ediyorsunuz. Fark ettiğiniz bir şey daha oluyor. O da şudur; bu insanlar, aslında bizim yükümüzü de taşıyorlar. Hem de zaman zaman değil. Bizzat ve devamlı olarak.

Bu durum ister istemez bizde suçluluk duygusu uyandırıyor. Onlar bizim gibi muamele görmüyorlar. Ama her iki taraf bunu bize hissettirmek istemiyor. Birisi politik nedenlerle, diğeri bizi üzmemek için. Ama bu “normal görünmeye çalışma” hali hem bizim hem Filistinlilerin işine yarıyor. Hem baskılar azalıyor kendilerinin söylediğine göre, hem de zaten bizleri oralarda görmek onlara güven veriyor. Belki en önemlisi bu insanlar bizi gerçekten seviyor. Onları anlamak bizim için zor olabilir.

İstanbul’dan Tel Aviv’e uçuş 2.5 saat kadar sürüyor. Uçağımız dolu. Başka Türk tur grupları da var. Museviler de var. Onların rahat tavırları ve yüksek sesle konuşmaları dikkatimizi çekiyor. Kalabalık ortamdaki davranışlarında pek nazik olduklarını söyleyemiyoruz. Dikkatimizi çeken bu durum dönüş uçağında daha da pekişiyor. Onları göze çarpmamaya ve dikkatli olmaya çalışan bir toplum olarak tanıyoruz. Ama burada gördüklerimiz oldukça farklı.

KUDÜS AH KUDÜS

Neyse, uçağımız Ben Gurion havaalanına iniyor. Orada kontrolden geçtikten sonra otobüsümüze biniyoruz. Önce yakındaki Yafa’ya geçiyoruz. Tipik bir Ortadoğu Osmanlı kenti olan Yafa, hemen yanında hormonlu bitkiler gibi büyüyen, yüksek binalarıyla yukarıya tırmanan Tel Aviv’i mahzun ve bilgece seyrediyor. Eski Yafa sokakları, dükkanları, Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. Yılı münasebetiyle yapılan saat kulesi, Napolyon’un kaldığı otel yerinde duruyor.

yafa-napolyonun kaldığı ev

Birkaç bina değil, eski şehir dokusu tamamen korunmuş. Osmanlı kent dokusunun böyle yaşatılmasına hayıflanıyoruz. Ülkemizin kentleri yazık ki pek korunabilmiş değil. Gezilerin faydalı bir yönü de budur. Karşılaştırma imkanı veriyor. İnsan nerede durduğunu daha iyi anlıyor. Akdeniz’in bu tarafından denize, Kıbrıs’a, Türkiye’ye doğru bakıyoruz.  Mahmudiye Camii’nde ezan okunuyor, namaz kılıyoruz. Sultan II. Mahmut eseri.

Otobüse binip Kudüs’e doğru yola çıkıyoruz. Bir buçuk saat kadar süren bir yolculuk. Bunu Cidde ile Mekke arasındaki mesafeye benzetiyoruz. Soru;  eski Cidde yerinde duruyor mu acaba? Cevap;  Sen ne diyorsun? Eski Mekke bile yerinde durmuyor. Orada sistematik olarak geçmişin izleri yok edilmiş. Kültür ve inancın şehirciliğe yansıması. Korumanın ne olduğunu, esas Kudüs’e ulaşınca anlıyoruz. Otel’e yerleşiyoruz. Vakit kaybetmeden Aksa’nın yolunu tutuyoruz. Eski Kudüs’e Harod kapısından giriyoruz. Birden bire zaman boyutumuz anlamını kaybediyor. Hani Necip Fazıl Çile şiirinde diyor ya;

Gece bir hendeğe düşercesine

Birden kucağına düştüm gerçeğin

Sanki erdim çetin bilmecesine

Hem geçmiş zamanın hem geleceğin.

Eski Kudüs’ün dar sokaklarında yol almaya başlayınca gerçekle hayal birbirine karışıyor. Yüzyılların, belki bin yılların izleri her yanımızı sarıyor. Yürüdüğümüz yol, iki yanımızdaki duvarlar hep taş. Arabalar için uygun bir yol değil. Yer yer merdivenler var. Zemin yüzyıllardır kullanılmaktan farklı bir şekil almış, kayganlaşmış. Duvarlarda geçmiş yıllardan günümüze uzanan çizgiler, boyalar, işaretler, tortular. Sanki ortaçağla ilgili bir film setine girdik. Yer yer küçük bir manav, bir fırın, Filistin’e özgü meyveler, unlu mamüller satıyor. Yuvarlak olmayan susamlı büyük simitler, küçük zahterli pideler, susamlı tatlı kurabiyeler. Gece ve gündüz, sabah ve akşam Haremi Şerif’e doğru gittiğimiz o kutlu yürüyüşlerimizde hep o fırının önünden geçiyoruz.

HAREM-İ ŞERİF

ks

Dar sokaklarda kısa bir yürüyüşten sonra Kubbatü’s Sahra tarafından avluya giriliyor. Ama kapıdan önce içinde bulunduğumuz dünyanın acı ve sert gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Kapı önünde tepeden tırnağa silahlı Yahudi askerleri bekliyor. Bizi süzüyorlar. Grubun önünden giden Süleyman hoca ve Seyit Ali bey onlara açıklıyor. Ziyaretçi grup olduğumuzu, Türkiye’den geldiğimizi anlıyorlar. İslam Dünyasından buraya en çok gelen millet biziz. Bu elbette güzel ama övünmeden önce düşünmemiz gereken bir şey var; Arap dünyası da mutlaka gelmek isterdi lakin onların durumu bizimki kadar kolay değil. Üstelik birçoğunu kendi dertleriyle uğraşacak hale getirilmişler.

Harem-i Şerif’in kapısından geçince bu defa silahsız görevliler dikkatimiz çekiyor. Bunlar Ürdünlü güvenlik elemanıymış. Karşımıza zeytin ağaçlarıyla dolu geniş, ferah bir avlu çıkıyor. Kur’an’da bahsedilen zeytin ağaçları her yerde. Biraz yürüyünce karşımızda bütün heybeti, zerafetiyle Kubbetü’s Sahra. Merdivenlerden çıkıp yaklaşıyoruz. Fotoğraflarda, filmlerde gördüğümüz o mübarek kubbe karşımızda duruyor. Hayal gibi bir izlenim oluyor. İnanmakta güçlük çekiyoruz. Etrafında dolanıyoruz. Altın rengi kubbesi solgun, mahzun geliyor bize. Kanuni Sultan Süleyman devrinde son şekli verilmiş, hatları Mimar Kemalettin tarafından yazdırılmış… Bütün sivil ve dini yapılarıyla, sokak ve binalarıyla Osmanlı Kudüs’ü yerinde duruyor.

Mekanın manevi havası bizleri sarıyor. Oradan devam ediyoruz, karşımıza bu defa Mescid-i Aksa çıkıyor. Aşağıda bir şadırvan, kenarlarda zeytin ağaçları, ileride, büyük avlunun karşısında yüksek, zarif giriş kapısıyla Aksa Mescidi. Esasen bu binanın değil bütün avlunun Aksa Mescidi olduğunu, Harem-i Şerif olduğunu öğreniyoruz. Bahçesinin neresinde namaz kılsanız, Aksa’da kılmış oluyorsunuz. Burası Müslümanların ilk kıblesidir.

Ziyaretimiz boyunca bu mübarek mekanda hemen bütün vakit namazlarını bir de Cuma namazını kılma imkanımız oldu. Ama özellikle sabah namazlarının içimizde bıraktığı lezzeti unutamıyorum. Namaz sonrası doğuya, Zeytin dağı taraflarına bakıp tanın renkten renge girmesini, renklerin koyu lacivertten maviye doğru seyrini izlemek Aksa Mescidi’nin hemen orada, yanınızda olduğunu bilmek tarif edilmez bir duygu yoğunluğu yaşatıyor. Tabi Süleyman hocanın makinasıyla mekandan ölümsüz kareler yakalama çabaları olaya ayrı bir renk katıyor.

ZEYTİN DAĞI

zeytindağından mescidi aksa

Ertesi gün önce Zeytin Dağı’na gidiyoruz. Oradan Haremi Şerif’i seyredeceğiz. Zeytin Dağı, Hz. İsa’nın havarileriyle vakit geçirdiği yer. Hz. Ömer’in sahabelerle oturup Kudüs’e ilk baktığı yer. Selahattin-i Eyyübi’nin Kudüs’ü seyrettiği yer. Bir de Refik Halit Karay’ın bu adı taşıyan kitabını hatırlıyorum. Ama orada Selman-ı Farisi ve Rabiatül Adeviye hazretlerinin makamları da var. Ziyaret ediyoruz. Harem-i Şerif’i en güzel gören bir tepeden Kudüs’ü seyrediyoruz. Yahudiler Yeruşalim, Uruşelim, Batılılar Jarusalem diyorlar. Darüsselam yani barış ve esenlik yurdu anlamına geliyor. Aşağıda Kidron Vadisi, etrafımızda Musa’nın yıldızıyla bezenmiş binlerce Musevi kabri.

Burası kabir fiyatlarının astronomik olduğu bir yer. Dünyanın her yerinden ancak zengin Yahudiler buradan yer alabiliyor. Musevi inancına göre Mesih zamanı gelince buraya inecekmiş. İnsanları kurtarmaya buradan başlayacakmış. Yani bu çevrede gömülenler avantajlı durumda olacak. Zenginlerin bu avantajlı durumu Yahudilerin zenginliğe, para işlerine neden önem verdiğini, yatkın olduğunu açıklıyor mu bilemiyoruz. Hz. İsa’ya peygamberliğin Zeytindağı’nda verildiğine, Hz. İsrafil’in sura burada üfleyeceğine, Kıyamet günü dirilmenin burada başlayacağına, hatta Sırat Köprüsü’nün Zeytindağı ile Harem-i Şerif arasına kurulacağına dair rivayetler var. Yani İbrahimi dinlerin tüm kutsal olaylarının merkezi buralarda.

zeytin dağı etekleri yahudi mezarları

Kudüs’e böyle karşı tepelerden bakınca insanlık tarihinin bir zaman şeridi gibi gözlerimizin önünden geçtiğini hissediyoruz. Suriyeli şair Adonis şöyle diyor;

Yeryüzü tarihinin göksel bir özü vardır, adı Kudüs’tür.

Yahudilerin ve Filistinlilerin buradaki varlıkları çok eskilere dayanıyor. MÖ. 1200’lerde Şeria nehrinin batısı Kenan ülkesiydi. Burada yüksek yerlerde İsrailoğulları, sahil kısımlarında Filistinliler yaşıyordu. Filistinlilerin Akdeniz ve Girit kökenli olduğuna dair rivayetler var. Sonradan Arap hamuruna karışmışlar. Aralarında savaşlar oluyor. İsrailoğulları hakimiyet sağlayarak bir devlet kuruyor. Kur’an’da Davut aleyhisselamla ilgili olarak geçiyor. Devlet kuzey ve güney olarak bölünüyor. Kuzeydekini Asurlular, güneydekini Babillier yıkıyor. MÖ. 586; Babil kralı II. Nebukatnezar, Arapçası Buhtunnasır, Kudüs’ü işgal ediyor. Süleyman tapınağını yıkıyor. Yahudileri Babil’e sürüyor. Buna Diyaspora diyorlar. Yunanca dağılma anlamına geliyor. Bugün dünyanın her yerindeki Musevileri ifade ediyor.

Yaklaşık 50 yıl sonra İran imdatlarına yetişiyor; 538’de Pers kralı Kiros (Keyhusrev) Babil’i ve Kudüs’ü ele geçiriyor. Yahudilerin yurtlarına dönmesine izin veriyor. 516’da ikinci tapınak inşa ediliyor. Herod, Roma devrinde Yahudilerin bir hükümdarı.  MÖ. 70’de Roma Kudüs’ü işgal ederek Süleyman tapınağını yıkıyor. Yahudilerin şehre girişi yasaklanıyor. Hz. Meryem’in yaşamı,  Hz. İsa’nın doğumu, Roma yönetimi tarafından cezalandırılmak istenmesi, Hıristiyan inancına göre yakalanıp çarmıha gerilmesi hep burada yaşanıyor. Hz. İsa havarileriyle Zeytin dağında oturup sohbet edermiş. Hıristiyanlar için burası en kutsal mekanlar arasında.

Bizans döneminde Yahudiler pek rahat edememişler, girişleri büyük ölçüde yasaklanmış. MS. 621’de bizim için önemli olan Miraç olayı var. İsra Suresi bunu anlatıyor. Peygamber efendimiz Burak adlı binekle Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gelerek buradan 7 kat gökyüzüne yükseliyor. Bir yere kadar Cebrail Aleyhisselam ona eşlik ediyor. O sırada Kudüs Bizans’ın elinde. 636’ya gelince Hz. Ömer devrinde şehir kansız bir şekilde Müslümanların eline geçiyor. Hz. Ömer şehrin anahtarlarını bizzat teslim alıyor, bir süre burada kalıyor. Üç dinin insanları barış ve uyum içinde birlikte yaşamaya başlıyor.

1099’da Birinci Haçlı Seferi’yle Kudüs Hıristiyanların eline geçiyor. Kudüs’teki Müslümanlar tamamen kılıçtan geçiriliyor. 1187’de Selahattin-i Eyyübi yeniden ele geçirerek İslam hakimiyetini tesis ediyor. Üç dinin mensupları yine rahatça yaşamaya başlıyor. Bu durum 1917’de İngilizlerin şehri işgaliyle sona eriyor. Şehrin nüfus yapısı değiştiriliyor. Bütün dünyadan Musevi transfer ediliyor.İsrail’in nüfusu devşirmedir. Siyonizmin fikir babası (Herzl) Viyana’da, ilk Cumhurbaşkanı (Waismann) Beyaz Rusya’da, ilk başbakanı (Ben Gurion) Polonya’da doğmuştur. Nüfusunun önemli bir kısmını Sefarad ve Aşkenaz’lar oluşturur. Sefarad’lar İspanya, Aşkenaz’lar doğu Avrupa orijinlidir. 1948’de İsrail oğulları için bir devlet kuruluyor. 1967 savaşında ortak Arap ordusu yenilince Kudüs de bu devlet tarafından işgal altına alınıyor. Biz Kudüs’ü ve Filistin’i bu halde buluyoruz.

Kudüs Peygamberler şehri. Burada dört büyük kitabın, dört büyük Resulün izleri var. Her birisinin izlerini, makamlarını, kabirlerini ziyaret etmeye geldik. Zeytin Dağı’ndan Musevi kabristanlarının arasından geçerek aşağılara iniyoruz. Kidron Vadisi’ne doğru. Malum, Hz. İbrahim’in iki çocuğu vardır; Hz. İsmail ve Hz. İshak.

Hz. İsmail Peygamber Efendimizin soyundandır ve yolu Mekke’ye uzanmıştır. Babası ile birlikte Kabe’yi inşa etmiştir. Hz. İshak’ın kader çizgisi Kudüs ve civarında kalıyor. Oğlu Yakup Aleyhisselam’dır ve lakabı İsrail’dir. İbranice’de Allah’ın kulu anlamına geliyor. Hz. İsa da aynı bölgede doğuyor ve yaşıyor. O, Kudüslüdür. Romalı, Paris’li, Londralı olan, Jesus Christ’dir. Kısacası Hz. İbrahim üç dinin ortak paydası oluyor. Kanuni Sultan Süleyman bunu dikkate alarak Kudüs’ün ortak kimliğini korumuş. O’nun devrinde Kudüs’ün Yafa kapısına bir kitabe asılmış. Kanuni, diğer kitabi dinlerin de hakkını vermek amacıyla oraya şöyle yazdırmış; La ilahe illallah, İbrahim Halilullah. Yani hepimiz Hz. İbrahim’in çocuklarıyız diyor. Diğer dinleri rencide etmemek için elinden geleni yapmış. Hz. Ömer tarafından Musevi ve Hıristiyanların ibadetlerini serbestçe yapmaları için verilen ahidnameyi olduğu gibi kabul etmiş. Osmanlı barışı ya da Batıdaki adıyla Pax Ottomana böyle bir şey.

ÇİLE YOLU

Zeytindağında yaşı üç bin yıla kadar çıktığı söylenen zeytin ağaçları gördük. Bu mübarek ağaçlar, yukarıda anlattığımız her şeye şahit olmuşlar, kaydettikleri ne varsa onları anlatacakları günü sabırla, bilgece bekliyorlar. Dünyanın acelesi yoktur. Her şey zamanın gelmesini büyük bir sabırla bekler.

Zeytin dağından aşağıya Kidron Vadisi’ne inerken eski Kudüs’e son bir kez bakıyoruz. Önde Mescid-i Aksa. Arkada sağda Kıyamet Kilisesi, solunda Sion tepesi. Bu iniş yolu, Via Dolorosa adı verilen hac yolunun, çile yolunun da başladığı yer. Romalı askerler Hz. İsa’yı burada son vaazını verdiği taşın üzerinde yakalamış. Ve haç şeklindeki çarmıhını kendisine taşıtmışlar, idam edileceği yere kadar. Romalılar suçlulara böyle muamele edermiş.  Hz. İsa’nın yakalandığı yerde bugün Tüm Uluslar Kilisesi yer alıyor. Bahçesinde zeytin ağaçları olduğu için buraya Getsemani adı verilmiş. Aynı çileyi hissetmek için hacılar yolculuğa buradan başlıyor.

çile yolu yürüyüşü

Uzun yolculuk 14 durak izleyerek Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine inandıkları Kutsal Mezar kilisesine kadar sürüyor. Duraklar, Hz. İsa’nın yorularak dinlendiği noktaları temsil ediyor. Nam-ı diğer Kıyamet veya Kamame kilisesi. Kamame, Yahudiler tarafından mekanı tahkir etmek için verilmiş bir isim; çöplük anlamına geliyor. Aralarındaki tarihi çekişmeler hakkında fikir veriyor. Anlatacak çok detay var ama tarihe sığmamış, bu yazımıza hiç sığmaz.

Hz. İsa, öldüğüne inanılan bu yerde yeniden dirilerek göğe yükseldiğinden burasının bir adı da Kutsal Diriliş Kilisesi olmuş. Yanımızdan Afrika’dan, Uzakdoğu’dan, Polonya’dan gelmiş Hıristiyan gruplar topluca ilahiler söyleyerek geçiyorlar. Onları, kendilerini Hıristiyan yapan efendilerinden daha coşkulu buluyoruz. Avrupalı hacılar ise tıpkı bizim gibi onları ilgiyle izliyorlar. Son kitapta çarmıha gerilenin Hz. İsa olmadığı belirtiliyor ama onlar bir önceki versiyonu tercih ediyorlar. Yapacak bir şey yok. Kafamız allak bullak. Süleyman Gündüz, kelime-i şahadet getirmeyi hatırlatıyor.

kıyame kilisesi

Kıyamet kilisesinin bulunduğu tepede artık birlikte yaşamanın da zirvesine çıkılmış oluyor. Sion tepesi ve Hz. Ömer Camii burada. Hz. Ömer Kudüs’e geldiğinde bu kiliseye uğruyor. O sırada namaz kılması gerekiyor. Kilisenin papazı buyurun kılın diyor. Hz. Ömer Müslümanlar bunu örnek alır da kilisenin içinde namaz kılmak isteyebilir diye kabul etmiyor. Dışarıda bir yerde kılıyor. Oraya da kendi adına bir cami inşa ediliyor. Camiyi kapalı buluyoruz. Çünkü Cuma vakti geliyor. Kudüs’te Cuma namazı yalnız Mescid-i Aksa’da kılınıyor. Esasen bu İslam şehirlerindeki bir uygulamadır. Bizde de her şehirde bir Cuma camii vardır ki ona Ulu Cami denir.

Mescid-i Aksa’da Cuma namazı kılıyoruz. Bu başlı başına unutulmaz bir tecrübe. Avlu’nun Zeytindağı tarafında tenteler hazırlanmış. Yaklaşan Ramazan için. Avluda sıkça vakit geçirilecek, iftarlar, sahurlar verilecek. Kudüs’ün her yerinde yaklaşan Ramazan için yapılan hazırlıkları gördük. Yalnız camileri değil, sokakları da aydınlatıyorlar. Ramazanın geldiğini, bu şehirde Müslümanlar olduğunu herkesin bilmesini istiyorlar sanki. Kim bilir, belki bir Osmanlı geleneği. Cuma sonrası avlu cıvıl cıvıl. İnsanlar öbek öbek toplanmış tebrikleşiyorlar. Ama cemaatin önemli bir kısmını Türkiye’den gelen ziyaretçiler oluşturuyor. Türk gruplar Mescid-i Aksa imamıyla tanışıyor, fotoğraf çekiliyor.

Kudüs sokaklarında, çarşılarında gezerken unutmamız mümkün olmayan bir ayrıntı, yorulup acıktığımız zaman Filistin lokantalarında yediğimiz Felafer’dir. Etsiz köfte şeklindeki tamamen buraya özgü bitkisel karışım, hafif ve lezzetli tadıyla damağımızda yer etti. Kudüs’ün manevi tadına biraz da Felafer eklenmiş oldu.

BEYTÜLLAHİM VE EL HALİL

Kudüs gezimizin önemli bir bölümü El Halil ziyaretimizdi. El Halil’e gitmek için insana hapishane izlenimi veren birtakım kontrol noktalarından geçmek gerekiyor. İnsanlığın yüz karası şeklinde yollarda uzayıp giden duvarlar boyunca ilerlemek, belli noktalarda ise o duvarların geçitleriyle yüzleşmek gerekiyor. Berlin duvarından ilhamla utanç duvarı da deniliyor. Başta söylediğim gibi biz ciddi bir engelle karşılaşmadık. Türk grubu olduğumuz söyleniyor ve geçiyoruz. İnsanda kuşku uyandıran bu durum rahatsızlık hissi bile veriyor. Aklımızdan şöyle geçiyor; “Biz ne hata ettik de buralardan rahatça geçiyoruz?”. Bizimle ilgili başka bir planları mı var? Yoksa bizden çekiniyorlar mı. Bilemiyoruz.

Filistinli rehberimiz, yol boyunca gördüğümüz yerleşimlerin hangilerinin Yahudilere, hangilerinin Filistinlilere ait olduğunu anlamanın çok kolay olduğunu söylüyor. Düzenli, bakımlı, güvenlikli siteler Yahudilere ait. Düzensiz, yoksul, güvenliksiz, Anadolu şehirlerine benzeyen yerleşimler ise Filistinlilere ait.

Yolumuz önce Beytüllahim’de Hz. İsa’nın doğduğuna inanılan Doğuş Kilisesi’ne (Church of Nativity) düşüyor. Ortodoks papazların gözetiminde kuyrukta ısrarlı ve çileli bir bekleyişten sonra dar bir kapıdan yerin altındaki bir mekana iniyoruz. Polonyalı veya Rus ziyaretçilerin önünde yerlere kapandıkları yerde doğumun gerçekleştiğine inandıkları anlaşılıyor. Özellikle grubumuzdaki bayanların giysilerinden Müslüman olduğumuzu tahmin ediyorlardır diye düşünüyorum. Bizim bu ısrarlı ilgimizi tuhaf buluyorlar mıdır acaba? Ne de olsa onlarınki ibadet, bizimki ziyaret oluyor. Esasen Hz. İsa bizim de inandığımız bir peygamberdir. Onun yaşama ihtimali olan mekanları ziyaret etmiş oluyoruz. Unutmayalım ki İslam öncesinde muteber olan yol, Hz. İsa’nın yoluydu.

beytlehem doğuş kilisesi

Kilise çıkışı meydanda masa başında oturmuş insanlar, pankartlar, duvarlara asılmış afişler görüyoruz. Rehberimiz, hapishanelerde açlık grevi yapan Filistinlilere destek amacıyla toplandıklarını söylüyor. Afişlerde bir el,  Belfour Deklarasyonunu yırtıyor. Gösteriyi yapanlar, Müslüman veya Hıristiyan Filistinliler olabilir.

Oradan El Halil’e geçiyoruz. Karşılaştırma imkanı buluyoruz. Kudüs’te Hıristiyanlar da işgalden rahatsız, sürekli zemin kaybediyorlar. Hıristiyan Filistinliler de işgalin mağduru durumunda. Fakat onlar yine de Batı dünyasının himayesini şöyle veya böyle hissedebilir. Müslümanlar ise sahipsiz. Filistinliler Arapça konuşsa da başları sıkıştığında akıllarına Türkiye geliyor. Çünkü Arap dünyası ya savaşın içine sürüklenmiş veya sağlıklı bir siyasi yapıdan uzak. Her iki durumda Batılı güçlerin operasyon alanı durumunda. Esasen bütün İslam dünyası biraz Filistin’dir.

El Halil ve Camii. Burası bütün Filistin’i özetliyor. Biraz beklemenin ardından camekanla kapatılmış bir güvenlik noktasına giriyoruz.  Orada askerlerin gözetiminde turnikelerden geçiyoruz. El Halil camii 1994’e kadar Filistinlilerin kontrolünde. 94’te Amerika orijinli fanatik bir Yahudi Camiye saldırıyor.  48 ölü, yaralılar.. Çatışmalarla sayı 60’a çıkıyor.

el halil sokakları

Bu ülkede her gerilim kanla yatışıyor. Filistinli kanıyla. Telaviv yönetimi bunu bahane ederek camiyi abluka altına alıyor.  Hem El Halil’in hem El Halil camiinin yarısına el koyuyor. Yani Müslümanlar hem olayın mağduru, hem de cezalandırılan taraf oluyor. Bu durum saldırının planlı olduğu “izlenimini” veriyor. Belki de bize “günaydın” diyeceklerdir. Bugün Hz. İbrahim ve eşinin kabri ortada kalmak üzere cami bölünmüş durumda. Hz. İshak ve eşinin kabri Cami kısmında. Hz. Yakup ve eşinin kabri ise diğer kısımdaymış. Biz göremedik.

Fatihalarla, salli ve bariklerle İbrahim Aleyhisselam kabrini ziyaret ediyoruz. Vakit namazımızı eda ediyoruz. Caminin halıları TİKA tarafından yenilenmiş. Şamdanlarda Sultan Hamid’in imzası var. Cami çıkışı girişi gibi sıkı kontrol altında. İnsan boyunda dönen metal çubukların arasından tedirgin bir şekilde çıkıyoruz. Aynı geçişin yandaki mahallenin kapısında da bulunduğunu görüyoruz. Filistinliler belli bölgelere hapsedilmiş olarak yaşamlarını sürdürüyor. Beytüllahim (Betlehem), El Halil, Filistinlilerin yoğun bir şekilde yaşadıkları yerler. Burada araçlarda Filistin plakaları görülüyor. Ama bu plakalarla kontrol noktalarından geçiş zor olduğu için diğer plakayı tercih edenler artıyormuş.

BURJ EL LUQ LUQ

Yatsı namazından sonra grup olarak bizi sosyal faaliyetleriyle ünlü bir Filistin kuruluşuna, Leylek Burcu’na götürüyorlar. Dar sokaklardan, Filistinli gençlerin toplandığı küçük meydanlardan geçiyoruz. Yokuş sokakların sonunda açık bir alana çıkıyoruz. Spor tesisleri ve bir iki katlı binaların bulunduğu bir yer burası. Okul zannediyoruz. Okul olduğu doğru ama formel anlamda değil. Gençlerin eğitildiği, sokaklardan kurtarıldığı, spor, sosyal faaliyet imkanı veren bir dernek kurmuşlar. Harem-i Şerif de çok yakın, aynı düzlemde, aynı arsa içinde aslında. Dernek aynı zamanda Harem’i gören bu alana sahip çıkmış oluyor.

Dernek binasına girince bizi mehter müziği karşılıyor. Yönetici arkadaş büyük bir içtenlikle bize hoş geldiniz diyor. Ve derneğin faaliyetlerini anlatıyor. Türkçe anlatıyor çünkü üniversiteyi Türkiye’de okumuş. Eğitim, spor ve sosyal işler. Ama hangi koşullarda çalıştıklarını anlamak bizim için zor. TİKA eğitim faaliyetlerini destekliyor.

Yönetici durumdaki arkadaşın anlattıklarında önemli detaylar vardı. Mühendis olarak çalıştığı yerde Yahudiler bizim 7 Haziran seçimlerimizde çok sevinmişler. Ona alaylı bir şekilde “taziyelerini” bildirmişler. Ama sonraki seçimlerde sevinen Filistinliler olmuş. Bizdeki seçimlerin sınırlarımız dışında ne kadar yakından izlendiğini burada daha iyi anlıyoruz.

15 Temmuz gecesi Kudüs sokakları tekbirlerle yankılanmış. Bizimle birlikte endişelenmişler. Darbeye inanmadım, diyor dostumuz. Burada yaptıklarına da tevazuyla bakıyor. Şöyle diyor; Biz askerlere karşı duruyoruz, siz ise tanklara karşı durdunuz. 15 Temmuz gecesi insanlar İstanbul gibi, Ankara gibi, Kudüs sokaklarındaymış. Sabaha sevinçli ve gururlu çıkmışlar. Batı dünyası gibi buranın hakimleri de çok üzülmüş.

BATI DUVARI

Kudüs şehir gezilerimiz sırasında Batı Duvarını görmeyi de ihmal etmiyoruz. Yani ağlama duvarını. Önce tereddütler oluyor ama rehberlerimiz bunun mümkün ve sıradan bir iş olduğunu söylüyor. Haremi Şerif’ten çıkınca Batı yönündeki dar sokakta solunuzda bir giriş ve güvenlik noktası beliriyor. Dikkatli bakınca uzakta yüksek bir duvar. İçeri alıyorlar. Birinci bölümdeki seyir kısmına geçiyoruz. Duvarın dibinde dua eden Musevileri görüyoruz. Önemli bir kısmı siyah kıyafetler içinde. Başlarında kendilerine özgü başlıklar. Başlarda en azından bir kipa bulunuyor ki doğrusu bu en küçüğü. Bayanlar bölümü ayrı. Onların da başları bir şekilde örtülü.

batı duvarı-ağlama duvarı

Rehberimiz, başımızda bir şeyler bulunarak duvara kadar gidebileceğimizi söylüyor. Siyasi kariyerimizin bitebileceği şeklinde espriler yapıyoruz. Dua alanına girişte ortaya bir sepet koymuşlar. İçinde çeşitli şekillerde kipalar var. Bir kısmı bizim takkelere oldukça benziyor. Onlardan birisini başına alan geçebiliyor. Yani baş açık olmayacak. Duvardaki oyuklarda binlerce küçük kağıt. Dilek kağıtları olmalı. Bir kısmı uzun siyah kıyafeti, elinde kitabı, öne doğru sallanarak dua ederken diğerleri taşa dokunarak, öperek, duasını ediyor. Cep telefonuyla başka ülkelerden buradaki dualara iştirak edenler oluyormuş. Bir kısmı sandalyelerde Tevrat okuyor. Bu ortamda Japonlar gibi her şeyin fotoğrafını çekmek biraz tuhaf geliyor insana. Çıkarken rehberimiz şehadeti ve salavatları hatırlatıyor.

ŞABAT GÜNÜ

Gelelim son gün yaptığımız Filistin yolculuğuna. Yolculuğumuz güzel bir olayla başladı. Gezdiğimiz yerleri anlatan, yeri gelince şiirler okuyan, fıkralarla güldüren, verilen zamanda hep önde olan, üstelik gizemli ve ağır sırt çantasını eksik etmeyen çelimsiz görünümlü Süleyman Gündüz, elbette bizi biraz zor durumda bıraktığının farkında değildi. Yorulduğumuz için değil, hayır ondan kaçtığımız yok. Ama ister istemez karşılaştırmalara yol açıyordu. Hanımlar onun “bitmeyen enerjisini” işaret ederek şaka yollu da olsa eşlerini uyarıyordu.

Son günün sabahı Süleyman Gündüz, artık günler süren yorgunluğun sonunda biraz dalıvermiş. Yarım saat mi ne gecikti. Başka grupların seyahatlerinde sıradan bir durum olan bu hal bizim grubumuzda taaccüple karşılandı. Çıtamız yüksekti çünkü. Neden sonra ortaya çıktığında durumu özür beyan ederek düzeltirken aslında özellikle bayların biraz rahatladığının farkında değildi. O da bizim gibi normal bir insanmış!

Bu defa yolumuz Hayfa’ya doğru. Yollar alabildiğine tenha. Çünkü bugün, Cumartesi, yani Şabat günü. Cuma akşamı Kudüs sokaklarında kocaman yuvarlak siyah başlıklı, siyah giysili Aşkanazlerin telaşla evlerine ulaşmaya çalıştıklarına şahit olmuştuk. İnsanların yollarından çekilmelerini bekler gibiydiler. Bu siyah giysili din adamları devletten maaş alıp ibadetle, ilimle meşgul oluyormuş. Cuma akşamı bir an önce eve ulaşıp Şabat gününe hazır olmaları gerekiyormuş.

İşte bugün Şabat günüydü ve biz yollardaydık. Bugün dindar Yahudiler hiçbir iş yapmıyor, elektronik alet kullanmıyorlar. TV, cep telefonu yok. Asansöre bile binemiyorlar. Ama bunu çözmek için Temel tarzı bir çözüm bulanlar varmış; binanın asansörünü her katta duracak şekilde bir gün önceden programlıyorlarmış. Asansör Cumartesi günü bütün gün çalışıp her katta duruyor. Araba kullanamıyorlar. Bu nedenle bu ülkede cumartesi seyahati kolaylaşıyor.

Yahudi ailelerde bu gün için ev işlerini, hizmetlerini görmek üzere Şabat boy adıyla bir hizmetkar genç tutuluyormuş. Tabi Yahudi olmayacak. O genç ev aletlerini istediği gibi kullanıyor, TV seyrediyor, arabayı kullanıyor. O TV seyrederken ev sahipleri uzaktan göz ucuyla bakabiliyormuş. İnsanlık hali.

Biraz sonra Ramallah duvarları beliriyor. Sağda ünlü Aufer cezaevi. Filistinlileri tutukladıklarında önce buraya alıyorlar. Buradan diğer cezaevlerine dağıtıyorlar. Bir diğer ünlü cezaevi; Cüneyt. Akdeniz sahiline ulaştığımızda zenginlerin oturduğu bir bölgeye geliyoruz. Sahilde Microsoft gibi ünlü markaların merkezleri görülüyor. Netanya’dan geçiyoruz. Tabi bunların bir de orijinal Arapça adları var. Filistinli rehberimiz diyor ki, buralarda Filistinliler oturuyordu. Ama güçlü olanlar hepsini kovdular, topraklarına el koydular.

15-17 yaş arası çocukların tutulduğu Faryana cezaevinin yakınlarından geçiyoruz. Sağda iki km içeride Cenin şehri var. Sahile en yakın Batı Şeria şehri. Burası duvarlar ülkesi. Sahil boyunu bizdeki Lara veya Patara taraflarına benzetiyorum. Kumluk alanda eğik Akdeniz fıstık çamları. Aynı coğrafya. Solumuz tamamen Akdeniz.

Sahilde antik Kseria şehri beliriyor. Adını Herodot vermiş. Önemli bir turist güzergahı. Zengin tatil yerleşimleri göze çarpıyor. Sahile yakın yüksek bacalar görüyoruz; Nükleer santral!. Bize Greenpeace gibi örgütleri gönderiyorlar. Kendileri bacaları yükseltiyorlar.

Kseria harabeleri sahile kadar uzanıyor. Sahilde tarihi su kemeri güzel bir manzara oluşturuyor. Otobüsümüz burada on dakika mola veriyor. Rehberimiz pürüzlü Türkçesiyle şöyle diyor; Nolur suya girmeyin! Bunaltıcı karasal bir yolculuktan sonra birden karşımıza kumsal ve Akdeniz çıkıyor. Yapma Yusuf kardeş. Otobüsten inen herkes kıyıya koşuyor. Çoraplar, ayakkabılar çıkıyor. Ayaklar Akdeniz’in tuzlu, ferahlatıcı suyuyla buluşuyor.

Etrafta bolca Kaktüs görüyoruz. Kaktüsün Filistin’de önemli, sembol bir bitki olduğunu öğreniyoruz. Nerede kaktüs varsa orada daha önce Filistinlilerin yaşadığı anlamı çıkıyormuş. Bu bölgede 1948’den önce küçük bir yerleşim varmış. 1000 kadar Filistinli, 150 kadar Yahudi yaşıyormuş. 48 sonrası tüm Filistinlileri kovmuşlar. Filistinliler İsrail devletinin kurulduğu 15 Mayıs 1948 tarihini Felaket (Nekbe) Günü olarak anıyor. Dar-ı Salah gibi bir Filistin köyünden geçiyoruz. Burası sahildeki tek Filistinli köyü. Sahilleri Filistinlilerden arındırmışlar. Denizle temaslarını kesmek için.

Karmel dağlarına doğru gidiyoruz. Hayfa yolundayız. Hayfa karışık bir şehir. Burada Yahudilerin yanında Müslüman ve Hıristiyan Filistinliler yaşıyor. Bir de Bahailer var. Kadıyaniler ve İsmaililer gibi Hindistan orijinli ve İngilizlerin desteklediği bir inanç. Kurucusu Mirza Hüseyin Ali.  Bahailerin Hayfadaki merkezini de şöyle bir göreceğiz.

hayfa bahai bahçesi

Fakat daha önce bir Osmanlı ve Filistin şehri olan Hayfa’nın işgali ve Filistinlilerden arındırılması olayı var. Ünlü Filistinli yazar Gassan Kanafani, Hayfaya Dönüş adlı romanında bu trajediyi anlatıyor. Filmi de yapılmış. Şu anda Ürdün’de sürgünde olan Filistinlilerin hikayelerini yazmış.  Güneşteki Adamlar (Rical fişşems) adlı romanı da önemli. Bu kitapları Türkçede bulmak mümkün. Yazar 1936 Akka doğumlu. Şam Üniversitesinde okumuş. 72’de genç yaşta Beyrut’ta suikastle öldürülmüş. Bir eserinde şöyle diyor Kanafani;

Ekmeğinizi çalıyorlar. Sonra sana ondan bir parça veriyorlar. Sonra sana cömertliklerinden dolayı teşekkür etmeni emrediyorlar. Ne kadar da küstahlar.”

Hayfa’ya ulaşmak için Karmel dağını döne döne tırmanıyoruz. Yukarıdan, Bahai tapınağını seyrediyoruz. Dağın yamaçlarında denize doğru uzanan nefis bir manzarası var. Bahai inancında da Mesih beklentisi varmış. Mesih geldiğinde, onun dikkatini çekebilmek için alabildiğine güzel bir bahçe haline getirmişler burayı.

Akka’ya yöneliyoruz. Karmel dağından yine varyantlarla iniyoruz. Akka, Napolyon ordularının durdurulduğu yer. Napolyon önce çok sert mektup yazıyor Cezzar Ahmet Paşa’ya şehri teslim etmesi için. İş zorlaştıkça daha yumuşak tonlu, rica minnet mektuplar yazıyor. Sonunda ise ilk yenilgisini alarak az sayıdaki adamıyla geri dönüyor.

Celile’den, Filistin lideri Mahmut Abbas’ın köyü Safed’den geçiyoruz. Celile’nin Çiçekleri (İsrael Shamili) kitabı Türkçeye kazandırılmış durumda. Ve Akka çıkıyor karşımıza. Sahilde, büyük ölçüde korunmuş bir Osmanlı kenti. Cezzar Ahmet Paşa camiinde ezan okunuyor. Cemaatle namazımızı kılıyoruz. Türkiye tarafından restore ettirilmiş. Metruk, mahzun bir büyük iş hanı görüyoruz. Girişinde şu Sultan Abdülhamid Han adına yaptırılan büyük saat kulelerinden birisi. Akka limanına, sahiline, çarşısına gidiyoruz. Kale dibinde şeker kamışı suyu içiyoruz. Uzun kamışların makinede sıkılmasını,  suyunun çıkışını ilgiyle izliyoruz. Akka’yı çok seviyoruz. Felafelli bir öğle yemeğinden sonra yolumuza devam ediyoruz.

akka

Bu defa hedef Taberiye gölü. Kudüs’den uzak da olsak İbrahimi dinlerin kutsal topraklarındayız. Hz. İsa’nın burada su üstünde yürüyerek mucize gösterdiği söyleniyor. Selahattin-i Eyyübi haçlı ordularını buralarda Hittin Savaşı’nda nihai bir yenilgiye uğratıyor. Kudüs yolu açılıyor. Gölün karşı tarafında Golan tepeleri. Taberiye İsrail’in en önemli tatlı su kaynağı. Golan tepelerini işgal ederek Taberiye’yi tamamen kontrol altına almış oluyor. Suriye Golan’da hak iddia ediyordu. Şimdi Suriye diye bir şey kalmadı. Taberiye kıyısında bir kafede oturup çay kahve içiyoruz. Batılı kaynaklarda Galilee, Arapçada Celile denen bu gölün seviyesi denizden 209 metre aşağıda. Lut gölünden sonra ikinci en düşük seviye oluyor. Yaz ve kış su seviyesi farkı 7 metreyi buluyor.

Oradan akşam vakti Lut gölüne doğru gidiyoruz. Karşıda Suriye ve Ürdün toprakları. Yüksek tepelerde Amman’ın ışıkları göğü aydınlatıyor. Tepe dediğimiz yer aslında yeryüzünün normal seviyesi. Biz derin bir çukurdayız. Amman’dan Kudüs’ü görmek mümkünmüş. Lut gölüne doğru giderken, denizden kaç metre aşağıya gittiğimizi gösteren levhalar koymuşlar. Çok yoğun tuzu nedeniyle canlıların yaşamadığı ve bu nedenle Ölü deniz de denen Lut gölü denizden 430 metre aşağılarda. Hemen yakınındaki Hz. Musa makamını ziyaret ediyoruz. Bu bölge Filistinlilerin çoğunlukta olduğu, pek İsrailli bulunmayan, tarım havzaları bölgesi. Yol boyunca hurma, asma bahçeleri görüyoruz. Eriha’ya doğru ilerlerken yolda State of Palestine yazan levhalar ve Arafat fotoğraflı afişler gözümüze çarpıyor.

Kadim Filistin topraklarında ne yazık ki üç aşamalı bir süreç yaşanıyor; İşgal edilmiş topraklar. Orada İsrail devleti kurulmuş. İşgal edilmekte olan topraklar. Bunu Filistinliler halen yaşıyor. Üçüncüsü de işgal edilecek topraklar. Görünüşe göre onlar da sırasını bekliyor. Bunu alıştıra alıştıra yapıyorlar. “Konuya ilgi duyanları” daha büyük sorunlarla uğraşmak zorunda bırakıyorlar. Arap aleminin durumu budur. Süreci kontrol etmek için inşa edilen 8 metre yüksekliğindeki duvarların uzunluğunu tahmin etmek bile mümkün değil.

Eriha’dan hediyelik hurmalarımızı alıyoruz. Kudüs’e dönüyoruz. Harem-i Şerif’te son bir sabah namazı kılıyoruz. Namaz çıkışı yol üstündeki çaycı bizim için çay hazırlamış. “Türkler için hazırladım” diyor,“lütfen buyurun”.  Ücretsiz olduğunu vurguluyor. Telaş içinde ikramı kabul edememenin verdiği hüznü halen unutamıyorum. Kudüs’ün taş sokaklarında son kez yürüyoruz. Rehberimiz şöyle diyor; Sizi görünce taşlar bile seviniyor. Onları yapan sizin şehitleriniz, gazilerinizdi. Rehberimiz içli bir insan. İsrail demeyin diyor, burası Filistin.

Askerlerin, resmi görevlilerin bize karşı davranışı makuldü. Mesafeli ve saygılı. Esasen Türkiye ile bir dertleri yokmuş onların. “Mevcut iktidarı” istemiyorlarmış yalnız. Ama ilişkileri bozmamak için de özen gösteriyorlar. Türkiye’den gelen Yahudiler Türkiyeli kimliğini muhafaza ediyormuş. Evlerini Türk bayrakları, Türkiye fotoğrafları süslüyormuş.

Daha Hz. İsa’nın son yemek sofrasını kurduğu Son Yemek Kilisesi’nden, Davut aleyhisselamın kabrinden, son Osmanlı yönetim merkezinin bulunduğu binadan bahsedemedim. Buna rağmen normal bir gezi yazısının sınırları aştık. Unutamayacağımız bir gezi oldu. Organizasyona teşekkür ediyoruz. Biz Kudüs’ü fethedemedik ama Kudüs bütün o mahzun haliyle kalbimizi fethetti.

Notlarımızın sonunda, gelin Mahmut Derviş’in dizelerini okuyarak Kudüs’ü, Filistin’i yad edelim;

Kaydet!
Arabım
Adım var yalnız, yoktur soyadım
Öfkeden köpürerek yaşayan
en sabırlı insanıyım bu diyarın
Zamanın doğuşundan
yılların başlamasından
selvilerden, zeytinlerden
otların yeşermesinden
daha eskiye uzanır köklerim!

(…)

Kaydet!
Arabım
Sen yağmaladın bağlarını atalarımın
Benim ve tüm çocuklarımın
sürdüğü toprağı sen yağmaladın
Bana ve torunlarıma
hiç bir şey bırakmadın
şu kayalıklardan başka!
Söylendiğine göre hükümetiniz
bunları da alacakmış, öyle mi?  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Platformunuzu seçin ve paylaşın.