Doç. Dr. İbrahim Kalın’la “Ben, Öteki ve Ötesi”ni Konuştuk
Bahar esintilerinin hissedildiği güneşli bir Ocak ayı sabahında, Doğulu devletlerin “hezârfen”, Batılı devletlerin ise “polimat” dedikleri pek çok farklı disiplinde engin bilgiye sahip olan kişiyi tarif etmek için kullanılan bu terimleri, modern dünyada üzerinde taşıyabilecek bir kişi olan T.C Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Büyükelçi Doç. Dr. İbrahim Kalın’ı Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi’nde ağırladık.
6 Ocak 2018 tarihinde, İbrahim Kalın’ın İslam ve Batı ilişkileri üzerine yazdığı ve İlber Ortaylı gibi önemli tarihçiler tarafından övgü alan “Ben, Öteki ve Ötesi” isimli kitabı hakkında konuşmak için Garanti Kültür Merkezi, Ayhan Şahenk Salonu’nda toplandık. Geniş bir katılıma sahip olan bu etkinlik öncesinde, masalarda verilen ikramlarla sadece karınlar değil, birbirleri ile uzun süredir görüşemeyen öğrencilerimiz ve mezunlarımızda “muhabbet, dostluk ve kardeşlikle” ruhlarını doyurdular. Gelen her katılımcıya hediye edilen “Ben, Öteki ve Ötesi” kitabı, kitaplıklarımızda bulunan “tez” ve “antitez” üzerine yazılmış kitapların yanına nâdide bir “sentez” kitabı olarak katılmak için çantalarımıza girdi.
Mütevelli Heyeti Başkanımız Bahattin Aydın ve Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmed Özkan’ın yapmış oldukları açılış konuşmalarından sonra kürsüye gelen İbrahim Kalın konuşmasına, evrenin ve yaratılmış her bir varlığın özünü “bir”e indiren tevhidî bakış açısını temel alarak başladı. Tevhidin sadece Allah’ı değil, bütün insanları da bire indirdiğini çok iyi idrak etmiş olan Kalın, konuşmasının ileri safhalarında bizdeki bölünmüşlüğe çare olabilecek öneriler sunacağının işaretlerini verdi.
Kalın’ın ortaokul ve lise yıllarında sosyal bilimlerde görmüş olduğu İslam ve Batı toplumlarının yüzeysel, tek yönlü ve birbirleriyle alakası olmayan olgular olarak değerlendirilmesi onun aklında soru işaretleri bırakmış ve onu bu “krizin” içine çekmişti. Bu krizi çözmek için arayışa giren Kalın, -ki zaten kriz yaşanmadan arayış olmaz- okumalarını bu alan üzerinde yapmaya başlamış ve tefekkürünü bu konu üzerinde derinleştirmiştir. Kendisinin deyimiyle kitabını hayatı boyunca zaten yazıyordu ve hâlâ da yazmaya devam ediyor.
İslamiyeti “teolojik bir meydan okuma” olarak gören Batı devletleri ve Hristiyan topluluklar, birbirine zincirlerin halkaları gibi geçmiş olan tarihleri göz ardı edip tarihte ve günümüzde de Batı ve Hristiyan merkezli bir okuma yapmaktadırlar. Kalın, bunu “bilgi birikimindeki eksikliğe” bağlamaktadır. Fakat bu bilgi eksikliği ve birbirini tanımama, her iki taraf içinde geçerlidir. İslamiyet’in doğuşundan sonra yetişen âlimlerimizin başlarında “Kuran-ı Kerim Tacı” varken üzerilerine ise “diğer kutsal metinleri” bir hırka olarak giymişlerdi. Kalbine tevhidi gerçek mânâda nakşetmiş ve her şeyin O’ndan olduğunu bilen bir âlimden de bunu yapması beklenmez mi zaten?
Kalın, tarih boyunca Batılı devletlerin İslamiyet’i iki yönden yaralamaya çalıştığını ifade etti; cinsellik ve şiddet. İki yüz elli sene süren Haçlı seferlerinin muvaffakiyetle tamamlanamaması neticesinde, Batılı devletler ellerine kılıç yerine kalem almış ve saldırılarına devam etmişlerdir. Batının hummalı çalışmalarına rağmen Hazreti Muhammed’in (s.a.v) diktiği ağacı kesememişler ve İslam’a karşı kazan kaldıranlar o kazanın içinde erimişlerdir. Hazreti Ali’nin (k.v) “Onu koparan [koparmaya çalışan] elde kokusunu bırakan çiçek gibi ol” öğüdü ile İslamiyet, Batı karşısında inişli çıkışlı da olsa sürekli bir ilerleme kaydetmiştir. Nuri Pakdil de İslamiyet’in bu başarısını “dururken bile yolda olabilmeye” bağlamıştır.
Kalın’ın, İslam ve Batı ilişkilerini daha iyi anlayabilmek için dikkat etmemizi istediği bir diğer nokta ise kadîm İslam geleneği ve kültürüdür. Hazreti Muhammed (s.a.v) ağacı dikmesine rağmen ağacın meyveleri 8’inci yüzyıldan itibaren yetişmeye başlayan alimler ve mutasavvıflar ile verilmiştir. Kalın, bu dönemlerin krizin fırsata çevrildiği, “entelektüel bir patlamanın” yaşandığı dönemler olduğunu ifade etti. Batı, Ortaçağ karanlığı içindeyken aynı dönemde İslam bilginlerinin Antik Yunan eserlerini tercüme ettirmesi, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin-i Rumî ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi mutasavvıfların toplumu değiştirecek ve dönüştürecek fikirler ve eserler sunmaları, bu dönemlerin parlaklığını göstermektedir. Kalın’ın bu örneklerde vermek istediği ana fikir şudur: “Tarih bizim düşündüğümüz gibi “doğrusal” olarak ilerlemez ve iniş çıkışlarla beraber nüanslara sahiptir.”
Kalın’ın bu kısır döngüyü kırmak için bizlere sunduğu öğüt yine İslam’ın içinden, Mevlana Celaleddin-i Rumî’den gelmektedir. Bir Müslüman âlimin bu karmaşık yapıyı inceleyebilmesi için öncelikle “pergelinin iğnesini kendi kültürüne, inancına ve değerlerine sabitlemesi, sonrasında da ise yetmiş bin alemi seyr ü sefer etmesidir.” Hâkikati ve hikmeti arayan kişinin daha derin ve incelikli okumalar yapması, öncesinde zihinleri, sonrasında ise kalpleri mutmain etmesi gereklidir. Fakat bunları gerçekleştirirken sabır ve tevekkül elden bırakılmadan Sallallahu ve Sellem’e sarılarak “Ben ve Öteki” kavranabilir, “ebedi ve ezelî olan Ötesi” ile bir bağ ve ilişki kurulabilir.
Soru ve cevap kısmı ise konuşmanın bir özeti gibiydi. Kalın’ın bize sunduğu demir bilyeler ne yutulabilir ne de atılabilir cinstendi. Kalın’a göre bu “mânevi ve entelektüel bir yolculuktur.” İnsanın hâkikatı görebilmesi için kendi içine dönmesi ve kendi kalp aynasında kendini temaşa etmesi gereklidir. Anlamak ve anlaşılmak için sadece düşünmek değil, yaşamak ve hissetmek de önemlidir. Sabah namazında Eyüp Sultan Cami’nde bulunmayan veya kahvaltıda çay-simit yemeyen bir Avrupalı araştırma görevlisinin, Türkiye’yi ve bu coğrafyada yaşanan İslamiyet’i değerlendirirken eksik bir okuma yapması kuvvetle muhtemelken, bir Türk akademisyenin de Avrupa’yı tek bir devlet olarak farz edip, Paris sokaklarında yürümeden Fransız Devrimi’ni anlamaya veya İber Yarımadası’nın havasını teneffüs etmeden Endülüs’ü yorumlamaya çalışması, dinamiklerin anlaşılmadığı, her şeyin atomize edildiği bir yaklaşıma sebep olacaktır. Kalın’ın değindiği bir diğer nokta ise tahkiye (öyküleme) sanatının tekrardan canlandırılmasıdır. Mesnevi ve Hüsn’ü Aşk’ı yazmış olan bir geleneğin onca hikâye barındırmasına rağmen günümüzde bir boşluk içinde olması ise Kalın’a göre kabul edilemez. Bu sebeple tahkiyenin üzerine tekrardan eğilmeli ve özgüven ile bu sanat icra edilmelidir.
Kalın’ın konuşmasını bitirirken bizlere tavsiye ettiği ise kendimizi keşfetmemiz ve ilim cevherini böylelikle bir mücevhere dönüştürebilmemizdir. Biz de yazımızı bu tavsiyeleri sekiz yüz sene öncesinden bizlere salık vermiş Yunus Emre’nin mısraları ile bitirelim:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Bu nice okumaktır
Okumaktan manî ne
Kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir
Haber: Ahmet Yavuz (Tarih – 2019)