“İslam Işığında Ekonomi ve Ticari Hayat” Sohbeti’nde Mehmet Genç’i Dinledik
İslam Işığında Ekonomi ve Ticari Hayat Sohbetleri’nin ikincisinde konuğumuz, Türkiye’nin en önemli iktisat tarihçisi ve Osmanlı iktisat tarihinin en önemli mütehassısı kabul edilen Mehmet Genç oldu.
Öğrenci ve mezunlardan yoğun ilgi gören prorgramda Mehmet Genç, Osmanlı toplumunun ekonomi, ticari hayat, alışveriş ve piyasa yapısı hakkında önemli bilgiler verdi.
Osmanlı Ekonomisi İnsan İçindi
Osmanlı’da basit bir ekonomi anlayışı vardır. Osmanlı’da ekonomi ile ilgili temel anlayış ekonominin çok “basit” olmasıdır.
Osmanlı iktisadi düşüncesinin temeli şu cümlede gizlidir: İnsan ekonomi için değildir; ekonomi insan içindir. Bu yapıda ekonomik faaliyetler insanın, toplumun ve devletin ihtiyaçları için mal ve hizmet üretirdi.
Osmanlı iktisadi hayatı 15 ve 16’ıncı yüzyıldan itibaren bazı temel kuralara bağlanmıştı. Öncelikli ilkelerden biri ekonomik faaliyetin içerisinde bulunan tüm grupların ihtiyaçlarının karşılanmasıydı. Üreticiler önce kendi ihtiyaçlarını karşılar, sonra yakın çevrelerinin ve toplumun ihtiyaçlarını gidermeye odaklanırdı.
Osmanlı ekonomisinin temel çevre unsuru“kaza” dedikleri; köyden büyük, kentten küçük şehirciklerdir. Kazalar bölgesel ekonomik birim olarak kabul edilmiştir. Burada üretimin odağında kazanın ihtiyaçlarını karşılanması vardır. Kazanın ihtiyaçları karşılandıktan sonra üretim fazlası malların gideceği ilk yer İstanbul’dur.
İstanbul 15. Yüzyılda Avrupa’nın En Makbul Kentiydi
İstanbul 15’inci ve 16’ıncı yüzyılda iktisadi hayat bakımından, nüfus bakımından Avrupa’nın en önemli kentiydi.
Oldukça geniş olan Osmanlı Cihan Devleti’nin içerisinde bulunan binlerce kazanın üretim fazlasının gideceği ilk yer İstanbul’du. İstanbul’un ihtiyaçları karşılandıktan sonra arta kalan mallar Mülûk-i İslamiyye’nin diğer kazalarına giderdi. Oraların da ihtiyaçları tamamen karşılandıktan sonra ihracat gündeme gelirdi.
Osmanlı’da İhracat Teşvike Şayan Değildi
Osmanlı ihracata çok sıcak bakmamıştır. Osmanlı’da ihracat teşvike şayan bir ekonomik faaliyet eğildi. Osmanlı coğrafyasında iktisadi faaliyetin hedefi ülke dâhilinin ihtiyaçlarını karşılamaktı.
Osmanlı ihracatı kontrol altında tutmak için gümrük vergisi mekanizmasını geliştirmişti. Ayrıca ihracı yasak olan ürünlerin listeleri ilan edilerek yayınlanırdı.
Osmanlı’nın iktisadi dünya görüşünün temel unsurlarından biri de fiskalizm’dir. Fiskalizm temel olarak devletin gelirlerinin sürekli bir şekilde artırılması çabasıyla izah edilebilir.
Osmanlı ekonomik sistemi bir nevi fiskalizm üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı’da devletin gelirlerinin artırılması için, Cihan Devleti’nin fakirleşmemesi için her türlü tedbir kayıt altına alınmıştır. Bununla birlikte halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması da öncelikli birhedef olarak gözetilmiştir.
Osmanlı’da Tam Bir Ekonomik Serbestiyet Vardı
Osmanlı iktisadi hayatı ekonomik serbestlik üzerine inşa edilmiştir. Peki dört kıtaya yayılan devasa bir imparatorluk ekonomiyi nasıl düzenliyordu? Bu sualin cevabı oldukça basit olup şu sorunun cevabında gizlidir: Ekonomide yapılan/yapılacak her hangi bir düzenleme halkın lehine midir; âmmenin lehine midir? Devlete, “mîri”ye faydalı mıdır? Bu soruların cevabı “evet” ise, karşımıza bir soru daha çıkacaktır: Peki bu ekonomik düzenlemenin herhangi bir kimseye/kesime zararı var mıdır? Ekonomik düzenlemelerin hiç kimseye zararı da yoksa derhal piyasanın iç dinamikleri içerisindeki yerini alırdı… Osmanlı’nın tüm ekonomik kurumları böylelikle oluştu…
Osmanlı ekonomik hayatında yenilikler gelenekçi yapıyı muhafaza ederek hayata geçirilirdi. Denge unsurları sürekli olarak göz önünde bulundurulurdu. Yeni düzenlemelerin zararları ortaya çıktığında derhal eski donuma avdet edilirdi. Osmanlı’nın ekonomik ilkelerinin temel koordinatı budur. Osmanlı eliti de bu koordinatların içerisinde mülahaza edilmelidir.
Osmanlı toplumunda mezkûr ekonomik kaidelerin uygulanabilmesi için önemli üretim faktörleri kontrol altında tutulmuştur. Üretim temel girdileri olan toprak, emek ve sermaye “yakın”dan kontrol edilmiştir.
Osmanlı iktisadi hayatında üretim faktörlerinden kim, neye, ne kadar, ne şekilde sahip olacak? Soruları “net” bir şekilde cevaplanmıştı.
Devletin iktisadi hayatını düzenleyen mekanizmaların ücreti, kirayı ve kârı ciddi bir şekilde takip ettiğini görüyoruz.
Osmanlı Üretim Faktörlerini Devlet Eliyle Kullanmamıştır
Osmanlı toprak rejiminin özel mülkiyetin dışında tutmuştur. Osmanlı’da toprak mîridir, devlete aittir. Osmanlı tarım arazilerinde, ziraat bölgelerinde, çiftliklerde, hayvanla sürülen meralarda özel mülkiyeti kabul etmemiştir. Mülkiyeti devletin elinde tutmuştur.
Osmanlı Devleti, kontrolünü kaybetmemek için çok gayret sarf ettiği üretim faktörlerini devlet eliyle kullanmamıştır. Osmanlı yöneticileri üretim faktörlerini üreticilere, köylülere parseller halinde ihale etmiştir.
Osmanlı kanunnamelerini incelediğimizde her yerin/toprağın verimlilik derecesine göre ailelere/ilgili ekonomik birimlere tahsis edildiğini görüyoruz.
Osmanlıda Veraset Ve İntikal Vergisi Yoktu
Osmanlı toprağı özel mülk değildi; ama özel mülk gibiydi; köylülere terk edilen parçaydı… Osmanlı ekonomi yönetiminin köylüler için koyduğu tek bir engel vardı: Bu da köylü toprağını terk edemezdi ya da etmemeliydi. Köylü toprağını işlerse, bırakıp başka yere gitmezse arazisinin üzerindeki tasarruf hakkı vefat edinceye kadar devam eder; vefatını müteakiben de çocuklarına miras olarak intikal ederdi.
Osmanlıda Toprak Mavi Boncuk Gibiydi
Osmanlı bu sistemi acaba üzerinde düşünerek mi kurmuştu? Bu sual önemlidir kanaatimce… Osmanlı’da toprak mavi boncuk gibi kıymetliydi. Devlet hiçbir zaman bu toprakların mülkü benimdir demedi. Keyfiyet, hukuken de böyleydi…
Köylü toprağını bırakıp gittiğinde yönetim, toprağı ihtiyacı olan başka bir köylüye verirdi. Devlet, arazisini/toprağını bırakıp giden köylüyü yakaladığında tekrar toprağının başına getirirdi.
Osmanlı Devleti gittiği/ulaştığı tüm sınarlarda bu uygulamayı yürüttü. Bunu zoraki yaptığını düşünmeyin lütfen…
Köylü, toprağını terk edip şehre gidebilir, başka işlerde de çalışabilirdi… Bununla birlikte köylünün toprağını bırakıp kaçması örfen “ayıp”tı… Kolay kolay hiçbir kimse toprağını bırakıp kaçmazdı… Kaçan köylüyü de zorla toprağına götürme söz konusu değildi… Devlet, toprağından kaçan köylüyü toprağının başına davet eder, köylü gelirse gelir, gelmezse devlet köylüden çiftbozan resmi alırdı. Çitfbozan resmi bir vergiydi… Devletin çiftbozan resmi alması bıraktığı toprağa ait geliri almasıdır. Bu gayet normal bir uygulamadır.
Köylü kendisine tahsis edilen arazisini vakıf yapamazdı, hibe edemezdi, ancak devletin izniyle bir başkasına devredebilirdi/satabilirdi.
Köylüler için toprağı ekmeden bırakmak, satmak istisnai bir durumdu. Toprak bizatihi köylünün mülkü olsaydı köylü yine bunu yapardı. Devlet mülkün sadece hukuken sahibi idi. Köylü toprağına istediğini ekebilirdi.
Osmanlıda Mutedil Bir Vergi Rejimi Vardı
Osmanlı vergi sistemi mutedil idi. Osmanlı ekonomisinde verilebilir seviyelerde bir vergi sistemi vardı. Osmanlı eliti 1900’lü yıllara kadar tahammül edilebilir vergi sistemini tatbik etmekte başarılı oldu. Osmanlı’nın topraklarını Balkanlara doğru; Avrupa içlerine doğru birkaç 10 yılda bir katlanarak genişletmesi ve buralarda kontrolü elinde bulundurması adil vergi sistemi sayesinde gerçekleşmiştir.
Osmanlı köylüsünden vergiyi tahsil ederken de adaletten ayrılmamış; köylülerin takdim edecekleri vergi mahsulünü bir günde taşıyabileceği yerden daha uzak yerlerdeki ambarlara götürmeye zorlanmamıştır.
Osmanlı’nın vergi rejimi öngörülebilir bir vergi sistemine dayanıyordu. Üreticilerden ne kadar vergi alınacağı kanunnamelerde net bir şekilde ortaya konmuştu. Bir köy halkından hangi maldan ne kadar vergi alınacaksa vergiyle ilgili yükümlülükler köyde herkesing örebileceği bir yere asılırdı.
Bununla birlikte devlet hukuki olarak haklı olsa da hiçbir zaman “Bu toprak benimdir, bana aittir” gibi bir söylem içerisinde olmamıştır. Osmanlı, köylünün ne ekip kaldıracağına da müdahil olmaz; köylü istediğini ekip biçerdi. Köylü, üretimden ayrıldığında devletin, bu toprağı üretim yapacak başka bir gruba veriyor olması son derece normal bir hadisedir.
Osmanlı ziraat arazilerini işleyen köylülerin vefatıyla birlikte topraklarını aile efradına miras olarak bırakma hakkı vardı. Üstelik bu noktada mirassız nakil söz konusu idi. Yani köylüden günümüz vergi terminolojisiyle söyleyecek olursak Veraset ve İntikal Vergisi alınmazdı. Osmanlı Devleti böyle bir toprak rejimi sayesinde Balkanlarda çok hızlı bir şekilde genişledi… Osmanlı’nın Avrupa seferi Süleyman Paşa ile 1354 yılında başlarsa, bu tarihten sadece 50 yıl sonra Bulgaristan’ın, Makedonya’nın ve Sırbistan’ın tamamının kontrol altına alınması mezkûr toprak rejimi ile tevil edilebilir.
Osmanlı Herşeyi Kayıt Altına Aldı
15’inci ve 16’ıncı yüzyılda Osmanlı’da oldukça düzgün tahrir defterleri vardı. Tahrir defterlerinin 1600’lü yıllara kadar incelendiğinde fetihle birlikte Avrupa’daki Osmanlı topraklarında üretimin net bir şekilde arttığı ortaya çıkacaktır. Üretim artışına paralel olarak “suyun öte tarafı”ndaki topraklarda Osmanlı’nın nüfusu da artmış; böylelikle şehirler teşekkül etmiştir.
Osmanlı’nın Avrupa’ya ayak bastığı tarihlerde tek şehir Selanik’tir… İlgili tarihlerde üretim artışının kanıtı Balkanlarda; Avrupa’da yeni şehirlerin kurulmuş olmasıdır. Yine tahrir defterleri marifetiyle bu tarihlerde Avrupa’daki Osmanlı nüfusunun yüzde 80’inin ziraatla meşgul olduğunu görüyoruz.
Osmanlı Emek Piyasasını Loncalarla Kontrol Etmiştir
Osmanlı yönetimi şehirlerdeki emek piyasasını dolaylı olarak esnaf loncalarıyla kontrol altına almıştır. Devlet, esnaf örgütlenmelerine oldukça olumlu bir yaklaşım sergileyerek; teknik uzmanlık gösteren işgücü, emek ve sermaye piyasalarının loncalar halinde örgütlenmesini teşvik etmiştir.
Osmanlı ekonomisinin temel problemlerinden biri üretim azlığıdır. İhracatın ikinci derecede önemli ekonomik hadise olarak kabul edilmesi keyfiyeti de üretimi statik bir konuma getirmiştir. Hâl böyle olunca esnaf loncaları gereği gibi büyüyememiş; loncalar oluştuktan sonra kendi gruplarını genişletme eğilimine girmemiştir. Esnaf loncalarında grup içerisinde sıkı bir dayanışma; tesanüt mevcuttur; bununla birlikte loncaların sayısının artırılması yönünde özel bir istek yoktur. Mutlaka genişlemesi, hacim kazanması gereken alanlar devlet desteği ile büyümüştür.
Loncalarda çırak, kalfa, usta gibi “sıkı” bir yapılanma vardı. Bu yapılanma bazı meslekleri neredeyse bazı ailelere hasretmişti. Tekelci bir yapı vardı. Herhangi bir alanda mesleki faaliyetler babadan oğla geçerdi. “Gedik” denilen özel mülkiyet unsuru vardı.
Bununla birlikte 15’inci ve 16’ıncı yüzyıllarda Osmanlı toplumunda üretim faaliyetlerinin loncalar tarikiyle önemli bir performans artışı gösterdiği bilinmektedir. Bunu, yabancı gezginlerin, gözlemcilerin tuttukları günlüklerden ve gümrük defterlerinden anlıyoruz.
Avrupalı seyyahlar Osmanlı’nın ticaret hayatındaki hemen hemen tüm meslekleri inceleme imkânı bulmuştur. Mesela, Fransız seyyah Lyon, Osmanlı mesleklerini inceleyerek önemli tesbitlere ulaşmıştır. Lyon, Osmanlı simkeşhanelerinde/ince gümüş tel iplik atölyelerinde yapılan üretimin Fransa dâhil olmak üzere Avrupa’da hiçbir ülkede yapılamadığını beyanla “Osmanlı simkeşhanelerinde üretilen ince gümüş telleri görebilmek için ince bir göz lazım gelir” demiştir.
Osmanlı’nın boya sanayi de meşhurdur. O tarihlerde “Türk kırmızısı” namıyla meşhur pamuk ipliği ancak Osmanlı Cihan Devleti’nde üretilebilmektedir. Avrupalı tüccarlar, saf beyaz pamuğu, yoğun talep gören “Türk kırmızısı”na boyatmak için Edirne, İzmir ve İstanbul’daki boyahanelerin müşterileri olmuştur.
18. yüzyıla, sanayi devrimine doğru gelişen prosesle birlikte İngiltere’nin teknolojisi hemen her alanda Fransa’dan üstündü. Bu cümleden bir tek boya sanayini çıkarmamız gerekir. Çünkü o tarihlerde Fransızlar, Osmanlı boya sanayinden bilgi aldığı için bu alanda İngilizleri geçmişti.
Yine mezkûr tarihlerde Fransızlar Osmanlı devletinden boyacıları, sahtiyan (deri) ustalarını ve kalaycıları ülkelerine kaçırmıştır! Bakır kalayların çok iyi bir şekilde kalaylanması gerekir. Kalaycılıkta Türk kalay ustaları mahirdir. Fransızlar bu alanda mesafe kat etmek için çareyi Türk kalaycı ustalarını ülkelerine kaçırmakta bulmuştur.
Bununla birlikte Osmanlı esnafının inavasyona pek yatkın olduğunu söylemek mümkün değildir. Esnaf loncaları teknolojiyi de çalışma saatlerini de eşitlikçi bir düzeyde tutmaya gayret etmiştir.
Osmanlı Sermayenin Özel Ellerde Birikmesine Sıcak Bakmadı
Osmanlı esnaf üretimi beşeri sermaye bakamından önemli bir mesafe almakla birlikte topyekun bir gelişmeyi ateşleyecek ve sermaye birikimi oluşturacak mahiyette değildi.
Şehirlerdeki emek piyasasını loncalar vasıtasıyla dolaylı bir şekilde kontrol eden devletin sermaye üzerinde önemli bir müdahalesi vardı. Devletin sermayeye müdahalesi emek ve toprak piyasalarına yaptığından farklıydı. Osmanlı Devleti sermayenin özel ellerde birikmesini sempatiyle karşılamıyor, üretim ve mal mübadelelerinde kârlılığı kontrol altında tutuyordu. Osmanlı’da düşük kâr haddi vardı. Kârlar yüzde 10’lar seviyesindeydi. Kanunnamelerde bunun yeri vardır. Alış-satış mahiyetindeki ticaretlerde kâr haddi daha da düşüktü, yüzde 5’ler seviyesindeydi. Hatta yüzde 2 ve 3’ler mesabesinde kâr hadlerinin olduğu da çok görülmüştür.
Şer’î Kâr Yüzde 10!
Ancak sınaî üretimde kâr payları yüzde 15-20’lerdeydi. Bunlar da nadir örneklerdir. Osmanlı yüzde 10 kârı “şer’î” kâr olarak kabul etmiştir. Bittabi kârın şer’îliği şüphelidir. İslâm dininde herhangi bir kâr haddi yoktur. Üretici, satıcı malını isteği fiyattan satabilir.
Düşünün, Osmanlı tüccarı gemilerle Mısır’dan mal getiriyor. Navlun ücreti var, sigorta yok, yolda gemi baskına uğrayabilir, zarar görebilir. Mısır’dan gelen emtia için bile takdir edilen kâr haddi yüzde 10’dur. Devlet maliyet hesabı istiyor, “Pirinci, kahveyi, keteni kaça aldın” diye sual ediyor. Tüccar kadıya alım belgesi imzalatmak durumundadır. Navlun ve hamaliye giderleri de hesap edilerek deniz yoluyla Mısır’dan İstanbul’a getirilen emtia ancak yüzde 10 kârla satılabilir.
Osmanlı gibi büyük bir coğrafyada kâr hadlerinin minimum seviyelerde tutulması esnaf loncaları marifetiyle olmuştur.
Esnaf loncaları ağacın dallarına benzetilebilir. Her bir meslekte ayrı bir örgütlenme vardır. Debbağ, celep, tacir, ayakkabıcı, mestçi, terlikçi, çizmeci, pabuççu deri/sahtiyan esnafı/tüccarı altında toplanmıştır.
Osmanlı Tüketicisi Oldukça Bilinçliydi
Osmanlı ticaret hayatında hemen her bir esnaf diğer bir esnafın alıcısı ya da satıcısı durumunda olduğundan kârlar kontrol altında tutulabiliyordu. Bir esnaf ürününü pahalıya satacak olursa kimse ondan mal almazdı. Pahalı malı alan esnaf bunu kime satacaktı? Osmanlı tüketicisi oldukça bilinçliydi. Fiyatlar yükseldiğinde tüketici soluğu hemen kadının yanında alırdı. Kadılar da fiyat tesbiti yapardı.
Osmanlı’nın Günlük Mesaisi 8 Saat…
Osmanlı işçisi/esnafı 8 saat çalışırdı. Esnafta olduğu gibi Osmanlı bürokratları da günde 8 saat çalışırdı. Padişah da günde 8 saat çalışırdı. Padişahın da yapması gereken pek çok iş vardı. Osmanlı padişahına hemen her meseleyle ilgili arzlar gelirdi ve padişah bunların tamamıyla ilgilenir ve her birine ferman/hatt-ı hümayun yazardı. Sultan III. Selim’in, vezirinin arzlarını kabul ettikten sonra, “Vezirim, bu gece arzları mülahaza eder; alesseher gönderirim” dediği vakidir.
Osmanlı’da Hayvanların Mesaisi de 8 Saatti
Osmanlı üretimde görev verilen hayvanların mesaisini dahi büyük bir titizlikle tayin ve tesbit ederek yük taşıyan hayvanların mesaisini 8 saat olarak belirlemiştir. Atların mesaisini tanzim eden fermanlar vardır. Atın/merkebin öğle yemeği ve tatili zapt u rapt altına alınmıştır. İşçi nasıl olsa öğle vakti dinlenir; atın, eşeğin dili yok ki söylesin! Hayvanların ikindiden sonra çalıştırılması yasaklanmıştır.
Yük taşıyan hayvan yükünü boşalttıktan sonra ahırına getirilirken seyisleri yükten yorulan hayvanların üzerine kesinlikle binemezdi. Binenlere ceza verilirdi. Bundan sebeptir ki semerlerin üzerine çivi çaktırılmış; semerinde çivi olmayan hayvanların yük taşımasına müsaade edilmemiştir.
Ama Avrupa’da durum böyle değil. Tüccar, esnaf yüzde 200, yüzde 300 kâr ediyor. Bu kadar kâr marjı olmakla birlikte Avrupa esnafları arasında intihar vakıaları gözlemleniyor.
Avrupalı uzun yıllar, belki 300 yıl boyunca sermaye birikimi yaptı. Sanayi Devrimi işte bu birikimlerle oldu. Avrupa’da sanayi devrimi esnasında iflasların, intiharların, mahkûmiyetlerin haddi hesabı yoktur.
Osmahlı Esnafının Terekesi 1500 Yevmiye…
Arz ettiğimiz gibi Osmanlı tüccarının kâr marjı yüzde 10’du. Takdir edersiniz ki bu kadar bir kârla sermaye temerküzü mümkün değildir. Osmanlı esnaf ve tüccarı bu sebepten ötürü büyük birikimler yapamamıştır. Batılı araştırmacıların Osmanlı tüccarları üzerine yaptıkları servet araştırmaları da arz ettiğimiz bilgileri doğrular mahiyettedir.
Fransız araştırmacı Roger Establet, 17’inci ve 18’inci yüzyılların Şam ticaretini enine-boyuna araştırmıştır. Şam, Kahire ve Bursa esnaf ve tüccarına ait yüzlerce terekeden çıkan bilgiler de Osmanlı esnaf ve tüccarının karının oldukça düşük olduğunu göstermektedir.
Mesela tereke defterlerinden bir Osmanlı esnafının 700 kuruşluk miras bıraktığı anlaşılmaktadır. Bu oldukça düşük bir rakamdır. Tüccarların mirası biraz daha fazla; 2750 kuruştur. Haddizatında bu da düşük bir miras rakamıdır. O yıllarda bir işçinin yevmiyesinin yarım kuruş olduğu düşünülecek olursa esnafın mirasının 1500 yevmiye; tüccarın mirasının da ortalama 5000 yevmiyeye tekabül ettiği görülecektir. Bununla birlikte devlet görevlilerinin terekesi oldukça yüklüdür. Esnaf ve tüccarın 50 mislidir, 100 mislidir.
Osmanlı’nın Elinde Un, Şeker, Yağ Olduğu Halde Helva Yapmadı
Osmanlı tüccarının çok düşük kârlarla ticaret yaptığını aktardık. Büyük sermaye gereken yatırımlar devlet eliyle yapılırdı. Bu kadar sermaye ile esnaf ancak küçük aletler alabilirdi; büyük yatırımlar ve fiziki sermaye birikimi yapamazdı. Büyük fiziki yatırımları devlet yapardı. Devlet, yüzde 10 kâr haddi tanıdığı esnafa yüzde 5 kira bedeli ile fiziki devlet yatırımlarını kullanma; buralarda çalışma/iş yapma imkânı temin ederdi. Devlet, yağhane, sabunhane, basmahane gibi büyük sermaye gerektiren yatırımları bizzat kendisi yaptıktan sonra işletmesi için esnafa kiraya verirdi. Devlet, silahhanesini yapıp işletmesini esnafa, tüccara bırakırdı. Burada üretim yapan, silah imal eden esnaf, devlete de, tüccara da, halka da silah satardı. Devletin elinde tabiri caizse un, şeker ve yağ olduğu halde helvayı kendisi yapmaz; esnafın yapmasını talep ederdi… Demek ki ecdadımız SSCB tecrübesini yüzyıllar öncesinden görerek tedbirini ona göre almış.
Osmanlı Ticaretine Para Vakıfları Hayat Vermiştir
Osmanlı ticaret hayatının önemli unsurlarından biri de para vakıflarıdır. Kârların az; ölçeğin küçük olduğu bir ekonomide tüccar ve esnaf tabiidir ki kredi de bulamazdı. Osmanlı toplumu Müslüman olduğu için faiz ve faizli işlemler de de yasaktı. Faizi tümüyle yasaklamak mümkün değildir. Osmanlı ekonomisinde bazı alanlarda faaliyet gösteren para vakıfları vardı. Para vakıfları bir “nevi” faiz adacıklarıdır. Para vakıfları riba ile; faiz ile değil; kâr ile çalışırdı. Ancak netice itibarıyla para vakıfları “faiz” denilebilecek bir gelire sahipti. Para vakıfları borç akdederken “100 bin akçe veriyorum, yüzde 10 ile, 11,5 ile istinbah olunsun, yüzde 15 gelir getirsin” ıstılahını kullanırdı. Burada yapılan işte/alınacak emtiada para vakıflarının bir ortaklığı da var ama o biraz “süsleme” gibi…
Para vakıfları İslâm dünyasında Türkçe konuşulan coğrafyalarda yerleşmiştir. Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta para vakıfları yoktur. Para vakıfları 15’inci yüzyılda gözükmeye başladı; 16’ıncı yüzyılda boyutları giderek büyüdü ve tartışmaların odağı haline geldi. Osmanlı uleması para vakıflarını oldukça sert bir şekilde tartışmıştır.
Para Vakıflarının Aldığı Kâr Faizdir
10-15 yıllık para vakıfları tecrübesinin ardından Osmanlı uleması yapılan muamelenin faiz olduğu kanaatine varmıştır. 1550’li yıllarda Kanuni devrinde denmiştir ki “Para vakıflarının aldığı kâr faizdir.”
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi tartışmalara şu fetva metni/meali ile son vermiştir: “Para vakıfları belki şerî değildir, şeriat kurallarına uygun olup olmadığı şüphelidir. Para vakıflarını şüphelidir diye ortadan kaldıracak olursak Edirne’den Budapeşte’ye; oradan da Viyana’ya kadar tüm Rumeli’ndeki İslâm varlığı sona erer. Çünkü Rumeli’deki; Balkanlardaki İslam varlığı, camilerle, medreselerle, külliyelerle, aş evleriyle, sıbyan mektepleriyle ayakta durmaktadır. Şeriat, İslam varlığının kaim olmasını istediğine göre, şeriatın istediği bu ise, Avrupa’daki İslam varlığı da para vakıflarının maddi desteği ile ayakta duruyorsa yapılan işlem doğru olmalı ve para vakıfları mevcudiyetini sürdürmelidir.”
Osmanlıda Yetim Malları Faizle İşletilmiştir
Ebussuud Efendi haklı… Osmanlı’da ekonomi para vakıfları sayesinde büyüdü.
Osmanlı, cemiyet hayatında herkesin onurlu bir şekilde yaşama sansı bulacağı bir ekonomik sistemi ön gürmüştü. Gruplar arası servet farklılıklarının çok fazla olmaması amaçlandı. Para vakıfları da bu noktada araç vazifesi gördü.
Osmanlı haklı arasında, tebaası arasında sefaleti ortadan kaldırdı. Osmanlı asırlarında Cihan Devleti’ne gelen seyyahlar seyahatnamelerinde dilencilere rastlayamadıklarını yazmıştır.
1750’liyıllara kadar İstanbul’dan sonra Avrupa’nın en büyük kenti Londra’dır. O dönemde İstanbul’da bir tek dilenci yokken; Londra’daki dilencilerin sayısı 50 bin civarındadır. Paris’te de durum pek farklı değildir.
18. yüzyılda Osmanlı Cihan Devleti’nde yapılan nüfus sayımında sadece 330 dilencinin kaydına rastlanmıştır. O dönemde Paris’teki dilencilerin sayısı 50 bindir. Osmanlı ülkesinde zikredilen 330 dilencinin tamamı gayrımüslimdir. Bu dilencilere sadece ve sadece Pazar günleri kilisede dilenmeleri hususunda müsaade edilmiştir. Para vakıfları sayesinde Osmanlı’da neredeyse hiçbir Müslüman dilencilik yapmamıştır.
Osmanlı yönetimi garib-i gurebanın; fakir-i fukaranın ve özellikle dul ve yetimlerin hakkını özellikle gözetmiştir. Osmanlı toplumunun yetimlerinin malları, kendilerine intikal eden miras ve terekeler faizle işletilmiştir. Osmanlı yönetimi yetim söz konusu olduğunda terekeye müdahil olmuştur. Bu keyfiyet sosyal amaçlıdır. Para vakıfları yetim terekelerini yüzde 15’lere varan kâr oranlarıyla işletmiştir.
Osmanlı’da Vergi Sektörünü Sarraflar Finanse Etmiştir
Bilindiği üzere Osmanlı’nın vergi/iltizam sektörünü sarraflar finanse etmiştir. Yetim mallarına ve para vakıflarına ilişkin muameleler kadıların kontrolünden geçerken; sarraf muamelelerinde kadılar yer almamıştır. Bu noktada devreye özel mahkemeler girmiştir. Sarraflarla mültezimlerin arasındaki ilişkiye kadılar hiçbir zaman müdahil olmamıştır. Bir anlaşmazlık halinde özel mahkemeler problemleri çözmüştür. Özel mahkemelerde kadı rolünü, Darphane Nazırı ya da Gümrük Emini almıştır.
Sarraf mültezime yüzde 20 ile borç vermiştir. Hem de faiz kronometrik olarak işletilmiştir. Sarrafla mültezimin faiz hadleri eşittir: Mültezim sarrafa para verdiğinde yüzde 20 ile borç vermektedir. Devlet bu işlerin içerisinde yoktur ve hiçbir zaman da bulunmamıştır. Kırsal kesimlerde risk fazla olduğu için borçlanma faizi yüzde 25’lere, yüzde 30’lara kadar çıkardı.
Devlet bu işlerin içerisine Tanzimat döneminde müdahil olmuştur. Müslüman devlet faiz alır mı? Elbette ki almaz. Peki bu durumda ne olacaktır. Mültezim para göndermeyince devlet haksızlığa uğramaktadır. Bu durumda mültezimden gecikmeler için para cezası alınmıştır.
Osmanlı döneminde devlet şahıslardan borç almıyordu. Devletin faizle borçlandığında tarihler 1800’lü yıllara işaret etmektedir. Devlet 18. yüzyılda borçlanmak zorunda kaldı ve bu noktada faiz paranın fiyatı oldu. O dönemde bile faiz ödemeden borç para bulmak nedeyse imkânsızdı. Devlet esam sistemi ile oldukça geniş bir kesimden borç aldı. Esam sisteminde devlet vatandaşına gelir senedi satmış oluyordu. Osmanlı Devleti Kırım Savaşı’na kadar bu türden borçlanmalarla bir nevi idare etti.
Esnafın En Fazla 2-3 Dokuma Tezgâhı Vardı
Osmanlı asırlarında uzun yıllar boyunca İstanbul dokuma sanayinin merkezi olmuş; Asitane’de beş bin civarında dokuma tezgâhının mevcudiyeti kayıt altına alınmıştır. Osmanlı dokuma sanayine de müdahil olarak tezgâhların birkaç elde temerküz etmesine müsaade etmemiş, esnafın en fazla 2-3 tezgâhı olmuş; tezgâh sahipliği umuma yayılmıştır. Bir usta öldüğünde dokuma tezgâhı, tezgâhı olmayan fakir bir ustaya verilirdi. Bir ustanın en fazla 7 tezgâha sahip olduğu tesbit edilmiştir. Hal böyle olunca insanlar daha fazla tezgaha sahip olmak için uğraşıp durmuştur.
18. yüzyılda Osmanlı Devleti çok güçlü savunma savaşları yaptı. Savaş yıllarına kadar oldukça düşük vergi alan devlet gelirlerini artırmak için daha fazla vergi almaya başladı. Vergi yükünü zenginlerin üzerine salarak, savunma harcamalarına zenginlerin katkı yapmasını istedi.
Osmanlı Bürokratlarının Terekesi Hazineye Kalırdı
Osmanlı döneminde üst düzey bürokratların; vezirlerin, beylerbeylerinin servetleri vefatlarının ardından mirasçılarına intikal etmez; devlet terekenin yüzde 90’ını; 95’ini alır; müteveffa bürokratın ailesine yetecek kadar toplam malının yüzde 5’i gibi, yüzde 10’u kadar bir kısmı miras olarak verilirdi. Bu keyfiyet sivillere uygulanmaz, müteveffanın tüm terekesi varisçilerinin olurdu.
Osmanlı’nın Son Dönemlerinde Savaş Finansmanına Esnaf Da Katkı Sağladı
Esnaf zenginleştikçe devlet vergiyi de artırıyordu. Devlet savaşa gireceği zaman mültezimler kadar esnaftan da borç alıyordu. Devlet, savaş sonrasında esnaftan aldığı borcun ödemesini gerçekleştiriyordu. Esnaf varını yoğun savaş finansmanı olarak devlete borç verdiğinde savaştan sonra borcunu geriye alsa ne olacak, almasa ne olacak! 1774 yılındaki Kaynarca felaketinden sonra devlet özel servete müdahil olmaya başlamıştır.
Osmanlı devleti sanayi devrimi yıllarında yatırım çözülümü sürecine girdi. Esnafın ve tüccarın birikimi büyük çaplı sanayi hamleleri için yeterli olmadı. Savaş yılları dolayısıyla Osmanlı Devleti de gerekli yatırımları yapmakta geç kaldı.
Osmanlı’nın Emeklilerinin Maaşları Eşitti
Osmanlı’nın hedefi toplumun hemen her kesimine müreffeh bir hayat sunmak; yaşama alanı açmaktı. Osmanlı Devleti’nde emekliye ayrılan devlet gelirlerinin gelirleri yarı yarıya azalırdı. Hâsılı, emeklilikte hemen herkese eşit büyüklükte bir gelir sağlayan ekonomi rejimi vardı.
Para Vakıfları Yakın Zamana Kadar Hayatiyetini Sürdürdü
Para vakıfları Cumhuriyet dönemine kadar hayatiyetini sürdürdü. Cumhuriyet döneminde de para vakıfları Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne intikal etti. Bir kısım para vakıfları Demokrat Parti’nin iktidarına kadar kısmen de olsa faaliyetini sürdürdü. Müteakip yıllarda Osmanlı bakiyesi para vakıfları Vakıflar Bankası’na devredildi. Adnan Menderes ve ailesi etrafında dönüp dolaşan felaketleri para vakıflarıyla olan ilişkisinde arayanların sayısı az değildir. Netice itibarıyla vakıf malı kutlu bir maldır, hiç kimse vakıf malını vakfiyesinde belirten amacın dışında kullanma hakkına sahip değildir.
Para Vakıfları Aldığı Ribayı Ne Yapıyordu?
Osmanlı ekonomisi para ile dönen bir ekonomiydi. Kredi ilişkileri oldukça yaygındı. Para vakıfları aldığı ribayı ne yapıyordu? Bu önemli bir soru. Para vakıfları aldığı riba ile hayır hasenat işleri yapıyordu. Osmanlı toplumunda dilencilik müessesesinin olmaması direkt olarak para vakıfları ile irtibatlıdır. Osmanlı toplumunda para vakıflarıyla birlikte karz-ı hasen müessesesi de yaygındı.
Muamele-i Şeriyye
Osmanlı toplumunda 15’inci yüzyıldan itibaren muamele-i şeriyye uygulanagelmiştir. Muamele-i şeriyye şudur: Mal/para sahibi bir zat, ödünç para isteyen bir kimseye malını veresiye bir bedelle satıyor ve hemen ardından aynı malı daha az peşin bir bedelle geri alıyor. Kadının huzurunda yapılan bu alış verişe muamele-i şeriyye deniliyor… Şeyhülislam Yahya Efendi’nin “Muamele-i Şeriyye haramdır, diyene ne lazım gelir?” şeklindeki soruya verdiği cevap şöyledir: “Tecdid-i iman ve ağır tazir gerektir…”
Bunları yapan Osmanlı eliti samimi Müslümandı. Hayatı sürdürmek için mümkün olanı yaptılar. Osmanlı’da sarraflar olmadan devletin askeri gücünü finanse etmesi mümkün değildi. Yeniçeriler, ulufelerini zamanında alamadıklarında sadrazamları parçalıyorlardı! Tüm bunlar vücudun egzaması gibi, romatizması gibi şeylerdi… Bunlar olmadan hayat devam edemezdi…
Kapitalizmi Ehlileştirmek Lazım!
Kapitalist sistem rakipsiz mi? Şu anda öyle gözüküyor. Bununla birlikte kapitalizmi ehlîleştirerek sünnet etmek lazımdır! Osmanlı’da da Osmanlı öncesi klasik İslâm toplumunda da kapitalizme çok yakın hareketler vardır. İslâmi kapitalizm, daha insani bir kapitalizm olabilir. İslâm, sosyal devletin âlâsını yapabilir. Nitekim para vakıfları hadisesi, cemiyet içerisinde muhtaçların sayısının yok denecek kadar az olması ve dilenciliğin bulunmaması gibi faktörler gösteriyor ki Osmanlı sosyal adalet, eşitlikçi gelir dağılımı gibi konularda oldukça başarılı bir sosyal devlet çalışması ortaya koymuş; buna benzer bir alana giren SSCB ise iflas etmiştir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki kapitalizmi İslâmi renge boyamak mümkündür.
Osmanlı tecrübesinden bu konuda öğreneceklerimiz neler olabilir diye sorulacak olursa bu sorunun cevabı da şöyle olur: Osmanlı kapitalizmi benimsemedi ve eşitlikçi piyasayı hiçbir zaman kapatmadı. SSCB örneğindeki gibi kapatmak bir yana pazarı sürekli açık ve canlı tutmanın yollarını aradı.
Osmanlı tecrübesi çeşitli dil, din, ırk ve renklere sahip cemiyetine, ticaret hayatına ve meslek gruplarına eşit davranmayı öğretti. Para vakıfları ve asam gibi uygulamalarıyla da faizsiz ve faiz gibi olmayan şekilleri de piyasalara tanıttı.