İpeklere Yumuşaklık Bahşeden Merhametin Kalbine Seyr-ü Sefer
Âli Devlete payitahtlık yapma imtiyazına vakıf olmuş sayılı şehirden biri, Dehasıyla medeniyetimizi imar eden Koca Sinan’ın “ustalık eserim” iltifatına mazhar Selimiye Camii’nin ve nice ata yadigârı şaheserin meskûn mahali; Edirne.
Gezecek, okunacak, solunacak köşe bucak çok. Sabahın ilk ışıklarıyla yola koyulmak gerek. Biz de Allah’ın izniyle kuzey kampüsün önünde sözleştiğimiz gibi yedi, yedi buçuk sularında buluştuk. İki minibüs vira bismillah, yola koyulduk. İki buçuk üç saatlik bir yolculuğun ardından Edirne’nin tabiri caizse taç kapısı, şahadet yani şahitlik makamı Edirne müdafii Şükrü Paşa tabyalarına teşrif olduk. Erbay Aydın Hocamız’dan hem Edirne tarihinin kısa bir özetini hem de Edirne Müdafaası(1913) ve Şükrü Paşa’nın kıssasını dinledik; şanlarına, cihatlarına şahitlik ettik. Kabul ola. Akabinde Şükrü Paşa ve cümle şühedanın anısına inşa edilen beton yığınının nam-ı diğer, Şükrü Paşa Anıtının ahvaline bakarak nazlı bir iç çekişle kaybettiğimiz sanatımızı, estetik bakışımızı andık. Değil ecdadın amelini tekrar edebilmek, layıkıyla anmaktan bile çok uzaktık. Bu bulutlu düşüncelerle kendimizi bir nebze de olsa teskin edebileceğimiz, huzur bulabileceğimiz yere; hiç değilse Akif’in kavliyle “bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz” tesellisiyle avunabileceğimiz ata diyarımıza, sadaretin dünyevi gündeminden bunalan Sultanların dahi huzur dilendiği Şehr-i Edirne’ye doğru yeniden yola çıktık.
Kısa bir süre sonra kendimizi eski-şehir olarak da bilinen; Selimiye Camii, Eski Camii, Üç şerefeli Camii gibi bizi modern çağın grisinden nebevi bir tefekküre sahip olduğumuz görkemli zamanların kucağına atan başyapıtlar evreninde; ‘Hakiki Edirne’de buluverdik. Evvela insan beyninin mutlak ilahi sanatı azami kusursuzlukla taklit ettiği nadir mabetlerden, yalnız Müslümanların değil Bilge İmam Aliye’ye atıfla güzel olan her şeyin cem olduğu Selimiye Camii’nde öğle namazımızı ikame ettik. Yine rehberimiz Erbay Hocamız’ın nezaretinde bu muazzam güzelliğin keyfini çıkardık. Hani baş döndürücü güzellik diye bir laf var ya. Hah işte tam da öyle. Selimiye’nin güzelliği başımızı döndürdü, bizi bitap düşürdü. Daha gidilecek çok yer, vurulacak daha çok güzellik var, atamızdan yadigâr; amma hep ruhumuzu besledik biraz da bedenimiz Edirne’nin lezzetlerini tatsın diyerek şehrin tarihi ciğercilerinden birinde aldık soluğu. Ciğer tava, köfte, közde biber, peynir helvası gibi endemik Edirne lezzetleriyle keyiflendikten sonra, esteuzubillah; şehri hatmetmeye kaldığımız yerden devam ettik. Yek başına modern çağı eleştirme hakkına sahip Edirne çarşısını, el emeği göz nuru zanaatlarıyla tecrübe ettik, hayran kaldık, hayıflandık; maddi-manevi faydalandık. Hakkı olan Hakkını helal etsin.
Sıra bir başka mucizeye, dünyanın en büyük açık hava müzesi ülkemizin, Türkiye’mizin, diyar-ı fatihanın en büyük üçüncü külliyesi Beyazıd Darüşşifasına tanık olmakta. Özgün nakışlarıyla her estetik müptelası ruhu tavlayabilecek camiisi, ilk günkü inceliğiyle hala her faniyi titretebilecek kudrette medresesi… Hayır! II. Beyazıd Külliyesini mucizevî kılan, bizim gibi muhteşem bir mazinin halefi insanları bile şaşkınlığın pençesine bir nefhada atabilecek bir dehanın hem de modern imkânların dahi birçok anlamda karşısında çaresiz kalacağı arkaik bir zekânın, ismiyle cismiyle bir zarafet timsali darüşşifası. Hâlihazırda UNESCO’nun dünya mirası listesinde yer alan, resmi adıyla II. Beyazıd Sağlık Müzesi, 15. Yüzyıl’dan çağımıza okkalı bir şamar. Sadece ismi bile insanı hasta etmeye yeter Hasta-hanelerimiz, tımar-hanelerimiz nerede, meczuplardan kara sevdaya düşenlere nice dertliye şifa kapısı, misafirlerini su sesiyle ney sesiyle gül kokusuyla tedavi eden Dar-üş Şifa nerede? Ah ah biz işte tam burada kaybettik. Dikenli telleri kuş saraylarına tercih ettiğimiz yerde. Biiznillah Allah-u Teâlâ halimize acır da, icazet verir düştüğümüz yerden kalkarız. Ancak düştüğümüz yeri iyi bellemek lazım. Darüşşifanın efsunundan kendimizi zar zor kurtarıp Karaağaca, Meriç’in öte yakasındaki tek vatan toprağına yelken açtık.
Son milli mimarimizin, “Osmanlıya dönüş akımı” diye ünlenen birinci ulusal mimarlık akımının nadide emsallerinden biri, şimdilerde Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesine ve Lozan Anıt Müzesine ev sahipliği yapan eski Karaağaç Tren İstasyonu, son durağımızdı. Lozan anıtı da en az antlaşmanın kendisi kadar bize uzak ve yabancıydı. Selçuklu estetiğinin Osmanlı üslubuyla harmanlandığı; ahlat kümbetlerini andıran kuleleriyle Selçuklu, gök mavisi çinileriyle Osmanlı; eski istasyon binasıyla teselli bularak ayrıldık. Dersaadete dönmeden önce bir çay arası vermek gayesiyle şirin bir Karaağaç kıraathanesine misafir olduk. “Çay-kahve kıraat aslolan muhabbet” faslından sonra vira bismillah kürkçü dükkânımıza dümen kırdık. Aşağı yukarı üç buçuk dört saatlik bir maceranın ahirinde İstanbul’a sağ-salim varabildik. Eserin müellifinden de müterciminden de Allah razı olsun’ şiarıyla hem şanlı ecdadımız hem de bize kim olduğumuzu ve ne yapmamız gerektiğini görkemli tarihimizin diliyle ikrar eden değerli hocalarımız, İnşallah, haklarını helal ederler. Rahman ve Rahim olan Cenab-ı Allah hepsinden razı olsun, bizi; delikanları atalarımıza bahşettiği bilinçle terbiye etsin, özlemiyle yanıp kavrulduğumuz çağlara; kerim kitabında vaat ettiği günlere eriştirsin. Âmin.
Haber: M. Enes Gündoğdu-Tarih’ 20/Hamilik Okulu 2’nci Kademe Öğrencisi