Özbekistan Gezimizden İzlenimler
10-17 Eylül tarihleri arasında düzenlediğimiz Özbekistan Gezimizi’e dair arkadaşlarımız Şeymanur Dönmez ve Sufana Yıldızoğlu’nun izlenimlerini sizlerle paylaşıyoruz:
1 hafta sürecek Özbekistan yolculuğuna çıkarken heyecanlıyız. Özbekistan, çokça gidilip görülen, sosyal medyada sık sık fotoğraflarını gördüğümüz bir ülke değil, bu yüzden keşfe çıkar gibi hissediyoruz kendimizi. İslam alimlerinin kabirlerini ziyaret edecek olmak, Türk-İslam sanatının muhteşem eserlerini yerinde görecek olmak, Osmanlı’nın köklerinin yaşadığı topraklara ayak basacak olmak heyecanlandırıyor bizi.
İnsanları tanımanın en iyi yollarından biridir birlikte yolculuk yapmak, o yüzden her grup biraz merak biraz da tedirginlik oluşturur insanda. Biz de 11 kişilik grubumuz için merak duyuyoruz. Süleyman Gündüz hocamızın mihmandarlığı bu geziye katılırken ki en büyük motivasyonlarımızdan biri, ancak ilk kez yakından tanıyacak olmanın heyecanı var üzerimizde. Bir yandan da grubun üç gencinden ikisi olarak grup dinamiğinin nasıl olacağını merak ediyoruz.
İstanbul-Taşkent uçuşu 4 saate yakın sürüyor, Özbekistan’ın yerel saati de bizden 2 saat ileri olunca Taşkent’e varışımız gece yarısından sonrayı buluyor. Otelimizde dinlendikten ve kahvaltımızı yaptıktan sonra seyahatimizin ilk günü başlıyor.
Taşkent’teki ilk durağımız Kukaldosh Medresesi. 500 yıllık bir tarihe sahip olan yapı, medrese olarak inşa edildikten sonra zaman içinde kervansaray ve müze olarak kullanılmış, ancak 90’lı yıllarda tekrar özüne dönerek medrese olarak hizmet vermeye başlamış. Ziyaretimiz sırasında kapıların önündeki ayakkabılar ve kapı aralıklarından gördüklerimiz sayesinde eğitimin sürmekte olduğunu anlıyor ve böyle güzel bir yapıda eğitim gören medrese öğrencilerine gıpta ediyoruz.
Gezimize halk pazarını gezerek devam ediyoruz. Bir halkı, o halkın kültürünü, yaşayışını, insanların birbirleriyle iletişim şekillerini görmenin, tanımanın en güzel yollarından biridir pazarları gezmek. Bölgede neler yetişir, insanlar ne yer ne içer, hangi ürünlere talep fazladır vb. birçok şeyi gözlemleyebilirsiniz pazarlarda. İpek yolu güzergâhında bulunan bu şehrin pazarı da konumuna yakışır bir şekilde baharatlarla dolu. Rengârenk baharatlara ek olarak havucun ve patatesin de ülkemizde pek rastlamadığımız türlerini görüyor, kurutulmuş ve şekillendirilmiş süzme yoğurtların çerez niyetine satıldığına rastlıyor, kocaman yumurta tezgahlarındaki çeşit çeşit yumurtayı ve yumurta almak için sıraya giren insanları görünce şaşırıyoruz. Pazarın hemen yanında bulunan, eskiden sirk olarak kullanılan, şimdilerde ise et pazarı olan mekânı da gördükten sonra bir sonraki gezi durağımız olan Hazreti İmam Külliyesi’ne doğru yola çıkıyoruz.
Hazreti İmam Külliyesi; Hazreti İmam Cami, Barakhan Medresesi, Kaffal Şaşi Türbesi, Muyi Mübarek Medresesi ve müftülük binasından oluşuyor. Bizim ilk durağımız ise külliyenin cadde tarafındaki ilk parçası olan Hazreti İmam Camisi. Otobüsten inip camiye doğru yürürken sokaklarda ezan sesi duymanın pek kolay olmadığını çünkü hoparlör ses seviyesinin buna göre ayarlandığını öğrenip üzülüyoruz. Cami avlusuna giriş yaptığımız kapı, devasa boyu ve zarif ahşap işlemeleri ile ilgimizi çekiyor. İhtişamlı pencere ve kapılar, incecik muntazam taşlarla örülmüş duvarlar, ahşap sütunlardaki ve revaklardaki özel işlemeler… Avlu kapısından adımımızı atar atmaz karşımıza çıkan bu manzara gönüllerimizi fethediyor ve bir adım daha atsak tüm bu güzellik kaybolacakmış gibi durup hayranlıkla izliyoruz bu güzel ve özel bir camiyi.
Camiye adım attığımızda ise dışındaki tüm süslemelerin aksine çok sade bir iç mekanla karşılaşıyoruz. 5000 kişinin namaz kılabileceği büyüklükteki caminin içinde, iki kubbenin ve mihrabın dışında süslü hiçbir bölge yok. Büyük pencerelerden içeri süzülen güneş ışığı beyaz duvarlara çarpıyor ve aydınlık cami sadeliğiyle huzur veriyor.
Camide mescid namazlarımızı kıldıktan sonra şu an hediyelik eşya satışı için kullanılan Barakhan Medresesi’ni geziyor ve öğle cemaati için Hazreti İmam Cami’ne yetişiyoruz. Cami sakin bir bölgede bulunmasına rağmen cami cemaatinin yoğunluğu dikkatimizi çekiyor. Namazdan sonra Hz. Osman’ın şehadeti sırasında önünde bulunan Kur’an-ı Kerim’in ve çeşitli dönemlerden ve ülkelerden getirilen mushafların sergilendiği Muyi Mübarek Medresesi’ni ziyaret ediyor ve öğle yemeği için yola çıkıyoruz.
Öğle yemeğimizde Özbekistan’ın en meşhur yemeği olan Özbek pilavı var. Bölgesine ve yapılış amacına göre 30-40 çeşit Özbek pilavı olduğunu öğreniyor ve bugün onların en meşhurlarından olan çayhane pilavını deneyeceğimizi öğreniyoruz. Masamız çeşit çeşit salata ve lezzetli meyvelerle donatılıyor ve çorbadan önce bunları yememiz bekleniyor. Daha sonraki yemeklerimizde de bu durumla karşılaştıkça anlıyoruz ki bu sıralama Özbek yemek kültürünün bir parçası.
Taşkent turumuz günlerden pazartesi olduğu için kapalı olan, bu nedenle önünden geçmekle yetindiğimiz Taşkent Müzesi ve Emir Timur anıtı ile devam ediyor. Gezi boyunca adını sık sık duyacağımız Emir Timur, Özbekistan tarihinde çok önemli bir yere sahip. Özbekistan’da doğan Timur, elini bu toprakların üzerinden hiç çekmeyen, girdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen yenilmez bir komutandır. Bu şanlı komutanın anıtını gördükten sonra Taşkent metrosundavbir keşfe çıkmaya karar veriyor ve anıtın karşısında bulunan ve Taşkent’in İstiklal Caddesi olduğunu öğrendiğimiz caddeden yürüyerek metroya varıyoruz. Taşkent’teki günümüzü keyifli bir akşam yemeğiyle noktaladıktan sonra ertesi gün Semerkant’a gidecek olmanın heyecanıyla dinlenmek için otelimize dönüyoruz.
Semerkant’a geçişte hızlı tren kullanıyor ve 2700 yıllık kadim şehir Semerkant’a varıyoruz. Semerkant’ta ziyaret ettiğimiz ilk yer Emir Timur’un kabri. Özbekistan sınırları içinde gezerken görmeye alıştığımız, son derece büyük bir sabrın ve özverinin göstergesi olan mavi işlemeler burda da bizi karşılıyor ancak kabrin bulunduğu salona girince gözlerimize inanamıyoruz. Mavi işlemelere altın varakların eşlik ettiği salon, yüksek tavanı ve tek penceresinden süzülen ışıkların altından yansımasıyla göz kamaştırıyor.
Rehberimizin anlattığı efsanelerle gizemli bir hal alan Timur’un kabrinden ayrılıyor ve Registan Meydanı’na ulaşıyoruz. Uluğ Bey Medresesi, Şir-Dor Medresesi ve Tilla Kari Medresesi arasında bulunan alana Registan Meydanı deniyor. 17. yy’da karşılıklı olarak inşa edilen medreseler, zaman içinde depremler nedeniyle minarelerinin bir kısmını kaybetseler de yüzyıllara meydan okuyarak ayakta kalmayı başarmışlar. Medreseler öyle güzel ki hiç birimiz ayrılmak istemiyoruz oradan. Akşam olunca ışıklandırıldığını duyunca da akşam tekrar uğramak üzere ayrılıyor ve yemekten sonra Ahrar-ı Veli Medresesi’nde Ubeydullah Ahrar’ın kabrini ziyaret ediyoruz. Ortam öyle huzurlu ki, cami bahçesindeki küçük havuzun suyunun sesine rüzgârın esintisi eşlik ediyor. Ubeydullah Ahrar’ın yaşam öyküsünü ve türbedarın Kur’an tilavetini dinledikten sonra ziyaretimizi noktalıyor ve Uluğ Bey Gözlem Evi’ni ve Bibi Hatun Medresesi’ni gezdikten sonra Registan Meydanı’nı bir de akşam ışıklandırmalarıyla görebilmek için hızlı adımlarla meydana yürüyoruz. Bir süre bekledikten ve artık umudumuzu yitirmeye başladıktan sonra bir anda tüm ışıklar yanıyor ve biz bu görsel şölen karşısında hayranlığımızı gizleyemiyoruz. Uzunca bir süre oturup izliyoruz bu güzelliği, bu medreselerin inşaasında çalışan ustaların, sanatçıların, işçilerin verdikleri emekleri, sabrı, bu sanatı icra edenlerin zerafetini tahayyül etmeye çalışıyoruz. İlim için inşa edilen bu devasa ilim yuvalarının kullanılmaz olmasına üzülüyoruz. Akşamın tatlı serinliğinde uzun uzun Registan Meydanı’nı seyrettikten sonra usulca ayrılıyoruz meydandan ve akşam yemeklerimizi yedikten sonra dinlenmek için otelimize çekiliyoruz.
Semerkant çıkışında Buhara yolu üzerinde kabristanı bulunan büyük hadis alimi İmam Buhari’yi ziyaret ettikten ve Seyit Ali Abi’nin sefer duasının ardından yola çıkıyoruz.
İstikametimiz Orta Asyanın en kadim şehri Buhara, Semerkant’tan yaklaşık 300 km uzaklıkta. İçimizde bitmeyen bir heyecanla tıngır mıngır Özbekistan’ın engebeli yollarında şoförümüzün pür dikkatiyle tarihi şehre doğru yavaş yavaş yol alıyoruz. Otobüsümüzün boş olmasından faydalanıp kah önde büyüklerimizin muhabbetlerine kulak veriyor, kah heyecanla Süleyman Hocamız’ın takılmalarına gülüp verdiği güzel ve ince mesajları anlamaya çalışıyor, kah Özbekistan yollarını izleyerek derin tefekkürlere dalıyor sonra da usulca arka tarafa geçip beşik misali sallanan otobüste uykuya dalıyoruz. Gece yarısına 3 saat kala tatlı bir yorgunlukla giriyoruz şehr-i kadime. Otelimizin hürmette sınır tanımayan garsonları muhteşem Özbek lezzetleriyle buluşturuyorlar bizi.
Sabah kahvaltımızın ardından kadim şehri gezmek için çıkıyoruz Buhara sokaklarına… Büyük rehber Azim Abi’ye Buhara ile ilgili aklımıza gelebilecek tüm soruları sorabiliyoruz. Her zamanki gibi sabırla, azimle ve ince esprileriyle yanıtlıyor sorularımızı. Koca bir dönme dolabın önünde duruyoruz. Aramızda “ acaba binecek miyiz? diye gülüşürken, birden en tepede buluyoruz kendimizi. Şöyle bir yukarıdan süzüyoruz buram buram tarih kokan nadide şehri.
İlk olarak 9. ve 10. yüzyılda Samaniler tarafından inşa edilen ve Buhara’nın en eski yapısı olan İsmail Samani’nin mezarını ziyarete gidiyoruz. İlk bakışta sade ve tek renk duran bu yapı yaklaşınca ince işlemeleri ve süslemleriyle derinden etkiliyor bizi. Rivayete göre bu yapı çölden gelen kum fırtınalarının altında kalıp Moğol İstilasının tahribatından kurtulmuş ve günümüze kadar ulaşmış. Hemen ardından Eyüp Peygamber çeşmesini ziyaret ederek Lebi Havuz camiisine geçiyoruz. Bu caminin içi her ne kadar günümüze uygun şekilde restore edilmiş bir modernlikte olsa da dışı tüm tarihi dokusunu koruyor. Aslında caminin önündeki havuz büyük anlam ifade ediyor. Ortaçağ’da kentin su ihtiyacını bu havuzlar karşılıyormuş. O dönemde yaklaşık yüze yakın su havuzu varmış. Camiiyi gezip namaz kıldıktan sonra Buhara’nın en eski kalesi olan Ark’a doğru yürüyoruz. Bu eski kale 9. asırdan 20. asra kadar geçmişin tüm izlerini ve tüm ince detaylarını taşımakla birlikte Cengizhan istilasından kurtulmuş ve dimdik şekilde neredeyse tarihi dokusunu hiç kaybetmeden selamlıyor bizi. Kimi zaman kralların sarayı kimi zaman karargah olarak kullanılmış bu kalenin içi camiileri, medreseleri ve küçük müzeleri barındrıyor. İçi ince ahşap işlemelerle süslü olan bu muhteşem kale dışarıdan tüm heybetini koruyarak fotoğraflarımızı süslüyor.
Buhara sokaklarında dolaşırken karınımızn açıkmasını hisseder hissetmez kendimizi Buhara’nın milli evlerinden birinde masa başında buluyoruz. Meşhur Buhara pilavının yapılışını izleyip aldığımız tüyoların ardından yemeklerimizi iştahla yiyoruz.
İpek Yolu’nun geçtiği bu şehrin tarihi sokaklarında burnumuza gelen hoş baharat kokuları eşliğinde Poyi Kalon Kompleksinin içindeki Kalan minaresine doğru yürüyoruz. Kalan minaresi yalnız karşılamıyor bizi, yanında Kalan Camii ve ihtişamlı Mir-i Arap Medresesi’nden oluşan Kalan Külliyesiyle etkiliyor bizi. İlk bakışta tek başına dimdik ayakta duran bu sağlam minare her bir işlemesiyle bizi alıp 12. yüzyıl Karahanlılar dönemine götürüyor. Minare rivayetlere göre Cengiz Han’ın istila sırasında dokunmadığı tek yapıdır. Cengiz Han’ın kalpağı minarenin önünde yere düşer, Cengiz Han eğilip kalpağı almaya çalışır ve önünde eğildiği bu yapının heybetinden etkilenerek onu yıkmaktan vazgeçer. Kalan minaresi günümüz yapılarına ve yaşına adeta meydan okurcasına iddalı bir şekilde dimdik durmaktadır. Minarenin diğer bir önemli özelliği ise gece yol alan İpek Yolu ticaret kervanlarına tepesinde yanan ateşle yol göstermesidir. Yanındaki Kalan Camiisi maalesef Cengiz Han’ın istilasından kurtulamayan değerli yapılardan birisi. Eski dokusuna sadık kalınarak restore edilen bu yapı büyük bir avluya sahip. Hemen karşısında bulunan Mir Arap Medresesiyle büyük bir uyum içinde Buhara’yı güzelleştiriyor ve gök mavisi kubbeleriyle bizi 16. yüzyıla götürüyor. Medresenin dış kapısının ince işlemeleri etkiliyor bizi ve hemen içeri girmek istiyoruz. Fakat bakıyoruz ki aktif şekilde kullanılan bir medrese olduğu için girmemiz mümkün değil.
Baharat çarşılarından geçerken Özbekistan’ın yeşil çayını yudumlayarak ve bilmediğimiz baharat türlerini tanımaya çalışırak çarşılardan usulca süzülüyoruz. Bu eski çarşıların devasa, bir o kadar oymalı ve ince işlemeli kapıları bizi Buhara sokaklarına doğru büyüleyerek sürüklüyor.Yerel kıyafetlerin ve yöresel takıların arasından geçerek Çar Minor Medresesi’ne doğru ilerliyoruz. Çar Minor dört minareli anlamına geliyor ve bu yapı 19.yüzyıla ait. Turkuaz renkli kubbelerini dışardan izleyip yolculuğumuza devam ediyoruz.
Buhara’ya geceye doğru girdiğimiz için programımızda bulunan Abdulhalik Gucdüvani Hazretleri’nin makamını ziyaret edemiyoruz. Buraya kadar gelip ziyaret edememek bir çoğumuzu üzüyor. Gücdevan Köyü, Buhara’ya 50 km uzaklıkta ve yol kötü şartlarda olduğu için hemen gidip gelme şansımız yok.” Acaba nasıl gidebiliriz?” diye düşünürken saat 5 civarlarında şöforümüzden “Yazlık saray yerine Gücdevani Hazretleri’ne gidelim mi?” diye bir teklif geliyor. Aramızda yaptığımız oylama sonucu Gücdevani’ye doğru yol alıyoruz. Aslında basit gibi duran bu olaydan kimimiz hayli mesrur oluyor çünkü normalde pek konuşmayan şöforümüz vesilesiyle bize o manevi diyardan bir davet geldiğini düşünüyoruz. Tarihi dokusuyla bizi etkileyen bu güzel şehir, manevi olarak da gönlümüze ve ruhumuza hitap ediyor. Gücdevan Hazretleri de aynı şekilde gönülümüze dokunan gönül ve ilim insanlarından birisiydi. Abdülhalikul Gücdevani, babası İmam Malik hazretlerinin oğullarından Abdülcemil; o dönemde Malatya’da meskun, büyük bir din adamı. Abdülcemil, rivayete göre Hızır ile sohbet etmek devletine nail olmuş. Hızır birgün Abdülcemile bir oğlun olacak, adını Abdülhalik koy diyor. Gel zaman git zaman Abdülcemil ailesiyle Buhara’ya giderek Gücdevan köyünde yaşamaya başlıyor. Orada Abdülhalik Hazretleri doğuyor. İlk ilim tahsiline Buhara’da başlayan Hazret 22 yaşındayken, o yıllarda Buhara’da çok etkili olan Hace Yusuf Hemedani ile karşılaşır ve manevi ilmi ondan alır. Yusuf Hemedani hazretlerinin Rütbet’ül Hayat adlı kitabını şeyhinden dinleyerek biraraya getirmiştir. Adı altın silsilenin onuncusu olarak geçmiştir kaynaklarda. Allah ruhunu mübarek kılsın.
Akşam namazımızı kıldıktan sonra ziyaretimizi tamamlayıp dört bir yanımızı kaplayan huzur hissiyle birlikte Buhara’ya doğru yola çıkıyor ve otele dönüyoruz.
Sabah yine erkenden yola çıkıyor ve Gücdevani Hazretleriyle başlayan bu güzel yolculuğumuza Seyit Emir Külal hazretleriyle devam ediyoruz. Seyit Emir Külal Hazretleri, Muhammed Semmasi hazretlerininin en büyük halifesi. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat ilimlerinin en büyük manevi varislerinden biri. Hz Peygamberin kızı Hz Fatıma’nın soyundan geliyor. Gençliğinde pehlivan. Sadece er meydanında değil manevi anlamda bataklığa saplananlara da himmetiyle yardımcı oluyor. Sebebi ise Şeyh Muhammed Semmasi hazretleri. Batıni ilmi ondan alıyor. Er meydanındaki pehlivanlık, yerini batıni anlamda pehlivanlığa bırakıyor. Manevi emaneti Şah-ı Nakşibendiye bırakıncaya kadar manevi sultanlığı devam ediyor. Hicri 772. yılda Suhar’da vefat etmiştir.
Aynı bölgede bulunan Kasri Arifan Köyü’ne geçiyoruz. Peki Kasr-ı Arifan nedir ve nerededir? Büyük Allah dostlarından birinin doğup büyüdüğü köy. Kasr-ı Arifan, Bahauddin Şah-ı Nakşibend el Üveysi el Buhari Hazretlerinin bölgesi. Buhara’ya yaklaşık 16 km uzaklıkta. Şah-ı Nakşibendi hazretleri Hicri 718’de Buhara yakınlarında “kasr-ı arifan” isimli bu köyde doğdular. Mana ve maddede Seyyid Emir Külal’in elinde yetişti ve Abdülhalik Gücdevani Hazretlerinin de ruhaniyetlerinden terbiye gördü. İkinci terbiye yolu bakımından, zahirde mürşidi olmadan yetişenlere dendiği gibi “Üveysi” dirler. Emir Külal hazretlerinin manevi eğitiminin ardından; yedi sene Mevlana Arif ile sohbet etti, on iki yıl Hoca Halil Ata’nın hizmetinde bulundu. İki defa hacca gitti. Bu yolculuklarında Heratta Mevlana Zeynuddin’in, Nişaburda Hoca Muhammed Parisa hazretlerinin sohbetlerine katılmışlardır. Daha sonra vefatlarına kadar Buhara’da irşad etmişlerdir. Şah-ı Nakşibendi hazretleri amelde İmam-ı Azam hazretlerinin mezhebindendir. Şah-ı Nakşibendi hazretlerine göre en büyük keramet, kerametin gizlenmesidir. Buna “setr-i keramet” derler. Tarikat yolunun en gizli geçididir.Şah-ı Nakşibendi hazretlerine göre gaye Allahtır, keramet değil. Allah bu yolda lütfettikçe verdiğine iltifat etmeyip Zatını istemek, O’nun rızasını kollamak lazımdır. Bu geçitte pek çok kişi yaralanıp kaybedenlerden olmuşlardır. Allah ruhlarını mübarek kılsın.
Bu güzel manevi ziyaretlerimizin ardından Hive (450km) şehrine doğru yola çıkıyoruz. Bu uzun yolculuk ve Kızılkum çölünün güzel ve samimi sıcaklığı aramızdaki muhabbeti daha da kuvvetlendiriyor. Bir ara Kızılkum çöllerinde lezzet molası veriyor, çöl kuzusunu tattıktan sonra dondurmalarımızı yiyoruz. Büyük bir heyecan ile Amu Derya Nehri’ni arıyoruz ve onu gördüğümüz anda çölde serap görmüş misali içimizi büyük bir heyecan kaplıyor. Şöfürümüz aracı sağa çekiyor ve hep birlikte nehre doğru koşuyoruz. Amu Derya’ya koştuğumuzdaki o heyecan hiçbir heyecana kıyas edilmeyecek derecede farklı bir heyecan. Nehir kıyısına her ne kadar bir metre kala Türkmenistan sınırından önceki Özbek askerleri tarafından uyarılsak da aşağıya kadar inmiş olmanın mutluluğu ayrı hissettiriyor. Akşam saatlerinde vardığımız Hive şehri bambaşka tarzı ve tarihi dokusuyla şaşırtıyor bizi. O gün geceye doğru gezdiğimiz kale içi bizi yorgunluğumuza rağmen bir hayli derinden etkiliyor ve sabah için heyecalanıyoruz.
Hive sabahı kahvaltımızın ardından eski şehir olan kaleye gidiyoruz. Geceleyin ışıklı haliyle etkilendiğimiz 2500 yıllık İpek Yolunun en eski şehri Hive, sabah apayrı bir ihtişamla selamlıyor bizi. Şehrin içini dikkatle ve büyük bir heyecanla geziyoruz. Kalta Minor Minaresi, Shergazi-Han Medresesi, Alla-Kulli Han Kompleksi, bin yıllık tarihe sahip Cuma camii ve minaresi, Koja İslam Minaresi gibi bir çok önemli yapıyı görüyoruz. Bu bölgede diğer önemli bir Allah dostu Pahlavan Mahmut’a ait olan türbeyi ziyaret ediyoruz. Pahlavan Mahmut büyük bir mutasavvıf ve Harzemşahlar döneminde yaşamış şair, yazar ve güreşçidir. Gezimiz daha bir çok medrese, camii, ve müze ziyaretiyle devam ediyor. Bize tanınan iki saatlik serbest vakitte islam sanantının ince ince büyük bir sabırla işlendiği bu eski şehri daha detaylı gezerek sokaklarında kayboluyor ve saatimiz dolana kadar bu vaktin tadını çıkarıyoruz. Lezzetli Özbek pilavını tadarken Süleyman Hocamızın gezi boyunca okuduğu şiirlerin sonuncusunu dikkatle dinliyor ve muhteşem Özbekistan gezimizin dönüşü için ilk adım olan Harzem vilayetinin Urgenç Havalimanı’na doğru yola çıkıyoruz. İki saat süre Urgenç Taşkent arası uçak yolculuğumuzun ardından kadim ülkeye veda vakti geldiğini iyice fark ediyoruz. Gezi boyunca bizimle birebir yakından ilgilenen değerli Azim abimiz Özbekistana has yeşil çay porselen takımlarını bizlere hediye ediyor. Dönüşten önce bir kez daha bizi derinden etkileyerek mutlu ediyor ve böylece bir kez daha Özbek misafirperveliğini sergiliyor.
Bizim için oldukça kıymetli ve eşsiz olan bu geziyi düzenleyen Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’na; tecrübesine rağmen seyahat etmenin heyecanını kaybetmeyen ve bunu bize sıkça hissettiren Seyit Ali abiye; bizleri memnun göndermek için seyahatimizin ikinci günü itibarıyla aramıza katılan ve gezimize büyük bir neşe katan, her türlü sorumuza sabırla cevap verip Özbek kültürünü ve yaşayışını öğrenmemizde büyük katkısı olan Azim abiye; gezi boyunca eşsiz bilgi birikimlerini ve hayat tecrübelerini bizlere aktarmalarından çokça memnun olduğumuz, ilerleyen zamanlarda da sıkça ziyaret etmeye kararlı olduğumuz Süleyman hocamız ve kıymetli eşi Hacer hocamıza; gezi boyunca hal ve tavırlarıyla bu grubun özel bir grup olduğunu sık sık hissettiren Ali abi ve eşi Ayşe ablaya, Kerem abi ve eşi Elif ablaya, Osman abi ve oğlu Ahmet’e çokça teşekkür ediyoruz.
İzlenimler: Şeymanur Dönmez (Psikoloji’ 15)-Sufana Yıldızoğlu (Tarih’ 17) *İzlenim yazısına katkılarından dolayı Hacer Gündüz Hanım’a teşekkür ederiz.