Serhat Şehri Edirne’den İzlenimler
Bahar tatilinin bir gününü değerlendirmek için hanım arkadaşlarımızla 20 Nisan Cumartesi günü Edirne’yi ziyaret ettik.
Sabah yedi otuzda hareket ettik Rumeli Hisarüstü ‘nden Osmanlı’ ya 92 yıl başkentlik yapmış Edirne’ye. Üç saatlik bir sabırsızlığın arkasından ilk durak yerimiz Şükrü Paşa Anıtı’nın olduğu Buçuk Tepesi’ydi. Bu tepe Edirne’nin en yüksek tepesi; öyle ki bir tarafta Yunanistan bir tarafta Bulgaristan, diğer tarafta vatan topraklarımız görünüyor.
Şükrü Paşa Balkan Savaşları’nda Edirne’nin müdafaasında büyük rol oynamış bir komutan… Şükrü Paşa’nın düşman kuşatması sırasında söylediği bir söz hepimizi derinden etkiliyor: “Düşman mevziiyi geçtikten sonra şehit olursam kendimi şehit kabul etmem! Bırakın kuşlar etlerimi lime lime yesinler.” Bu tepede Şükrü Paşa Tabyası müzesi, komuta yerleri yatakhaneler, yemekhaneler, o kadar çok yer var ki, hepsi de yer altında kazılarak yapılmış. Askerlerimizin ne şartlar altında yurdu savunmuş olduklarını görmek bu tepeden hüzünle ayrılmamıza sebep oluyor.
Bir sonraki durağımız Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden önce orduları toplamış olduğu alanda inşâ edilmiş olan, aynı zamanda Hürrem Sultan’ın da sürgün geldiği saray oldu. 2. Murat zamanında yapımına başlanan saray 425 yıl ayakta kalmış. Ruslar’ın şehri işgali üzerine saray yakınındaki cephane Ruslar’a geçmesin diye patlatılarak imha edilir. Bu nedenle günümüze kadar çok küçük bir kısmı ulaşan sarayın ihtişamının izleriyle yetinmek zorunda kalıyoruz. Boynumuz bir kez daha bükülüyor bunları öğrenince… Neyse ki tam karşısında Mimar Sinan tarafından yapılmış Adalet Kasrını ve Has Bahçe’yi görünce yüzümüz gülmeye başlıyor. Sakin sakin akan Tunca’nın suyu Edirne’nin yeşiliyle buluşunca özlemini çektiğimiz huzuru ve rahatlığı buluyoruz o bahçede. Bahçedeki huzuru bırakıp oradan ayrılmak zor geliyor bize. Rehberimiz bu halimizi fark edince Sarayiçi’ndeki 1. Murat zamanından beri geleneksel Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nin yapıldığı alana getirdi bizleri… Güreşlerin tarihini de anlatmayı ihmal etmedi tabii…
Sonraki durağımız ise, bizi kendine hayran bırakan Beyazıt Külliyesi ve 400 yıl şifa dağıtan Darüşşifa oluyor. Külliye yoksullara yemek dağıtılan imarethane, mumhane ve hasta yakınlarının misafir edildiği tabhaneden oluşuyor. Böylesine ince düşünülmüş bir yapı bizleri kendine hayran bırakıyor. Öylesine güzel bir bahçede, çiçek kokuları arasında hastalara şifa dağıtılıyor olması insana verilen değerin en güzel ifadesiydi belki de. İkinci Beyazıt tarafından yapılmış, sara hastası ve akıl hastalarının müzikle tedavi edildiği külliye şimdi sağlık müzesi olmuş. Tıp medresesinin orta yerindeki şadırvandan gelen su sesi musiki sesi ile birleşince gezmekten yorulmaya başlayan bizleri bile nasıl da dinlendirmişti. Osmanlı’daki müzik tedavisini birçoğumuz duymuş olmamıza rağmen her hastalığa farklı makamlarda ve farklı zamanlarda müzik dinletilmesi, o zamanlardaki ilmin boyutunu kavramak için yeterliydi.
Edirne’ de gezilip görülmesi gereken yerler bunlarla sınırlı değildi elbette. Karaağaç bölgesine geçip ince ama yemyeşil bir yolda Meriç Nehri kıyısınca ilerledikten sonra, Meriç manzaralı bir mekânda öğle yemeğini yiyip biraz dinleniyoruz. Hazır Karaağaç bölgesine gelmişken Lozan Anıtı’nı ve eski tren garını görmeden gitmek olmazdı. Lozan anlaşması ile Türk topraklarına kazandırılan Karaağaç mahallesinde olduğumuzu bir kez daha hatırlatıyor rehberimiz bizlere. Sirkeci tren garı modellenerek yapılan gar binası, bugün Trakya Üniversitesi Rektörlük Binası olarak hizmet vermektedir. Lozan Anıtı’ndaki üç büyük sütunu andıran direklerinden biri 34 metre boyunda olup Anadolu’yu, 17 metre boyundaki ikincisi Edirne’yi, 8 metre boyundaki üçüncüsü de Karaağacı simgeliyor. Ortasında bulunan kadın heykelinin bir elinde kitabe, diğerinde de lazer ışıklarıyla aydınlatılan güvercin barış sembolü var. Anıt Yunanistan’dan da görülebiliyormuş.
Osmanlı’nın ikinci başkenti olan Edirne mimari alanda da harika yapılara ve camilere sahiplik ediyor. Selçuklu mimarisinin en şahane örneklerinden olan Üç Şerefeli Camii ve arkasından duvarlarındaki yazıları ile meşhur Eski Camii’ yi ziyaret ediyoruz.
Son ziyaret yerimiz Edirne ile artık özdeşleşmiş bir mekan: Selimiye Camii. Yapısı hâlâ çözülemeyen bu ustalık eseri ile Mimar Sinan’ın mimari yeteneği karşısında büyüleniyoruz adeta.Edirne’den ayrılırken gün boyunca gördüğümüz eserler karşısında öylesine etkilenmiştik ki yorgunluğumuzu fark etmedik bile. Zaferlerle özdeşleşmiş İstanbul’dan farklı olarak, zorlu mücadelelerle elimizde tuttuğumuz bu şahane şehir Edirne’nin bizde bıraktığı izler, dönüş yolundayken hepimizin yüzünde görülebiliyordu. Ve hepimizin aklındaki bir diğer düşünce: Böyle güzel bir gezi daha olsa da katılsak…
Haber: Sibel Demirbaş (Psikoloji 3.Sınıf)