“Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.”
13-17 Nisan tarihlerinde BYV vesilesiyle Kudüs’e bir yolculuk gerçekleştirdik. Açıkçası Kudüs’e cesaret edip gitme düşüncesi BYV’nin ilanını görene kadar yoktu. Ama BYV’nin vesile olduğu Kudüs gezisine gözüm kapalı tamam dedim gidiyorum, gitmeliyim!
İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Tel Aviv’e doğru başlayan yolculuğumuz boyunca biraz tedirgindim. Beni neyin beklediğini bilmiyordum ve bu durum bende tedirginlik oluşturuyordu. Tel Aviv’e inişimizle İsrail’in ‘güvenlik’ gerçekleriyle yüzleştik. Ekibimizden birkaç kişiyi uzun bir sorguya aldılar. Neyse ki bekleyişin sonunda grubumuzdan eksik vermeden havalimanından çıktık ve Kudüs’ün yolunu tuttuk.
Sabahleyin esintili bir havada ulaştığımız Mescid-i Aksa’da kuş cıvıltıları karşıladı bizi. Mescidin kutsiyetini içimizde hissederek huzurla sabah namazını eda ettik. Sonrasında ise hem kadim Kudüs’ü yani surların içinde kalan eski şehri hem de Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s Sahra’yı etraflıca gezdik. Zeytin Dağı’na çıkıp Kudüs’ü izledik. Bir yanda Yahudi mezarlıkları, bir yanda kutsal sayılan kiliseler ve en yüksekte de Kubbetü’s Sahra. Kadim şehre Zeytin Dağı’ndan bakınca daha iyi anlaşılıyor her şey.
Mescid-i Aksa; Kubbetü’s Sahra ve birtakım başka mescitlerin de (Kıble Mescidi, Mervan Mescidi, Burak Mescidi gibi) içinde bulunduğu avluya verilen isim. İçerisi o kadar huzurlu ve canlı ki… Kuş cıvıltıları çocuk sesleri ile iç içe, avluda bir yanda Kubbetü’s Sahra bir yanda Aksa Camisini görüyorsunuz. Burada tüm dertlerinden arınıyor insan ve inanılmaz bir ümitle doluyor.
Kubbetü’s Sahra; Emeviler döneminde Halife Abdülmelik bin Mervan tarafından yaptırılmış dünyanın tek sekizgen mescidi. Sarı kubbeli bu mescit Mescid-i Aksa ile karıştırılıyor; ancak biri mescidin adıyken diğeri avluya verilen isim. Peygamber efendimizin miraca yükselmeden ayak bastığı yer olan Muallak Taşı da Kubbetü’s Sahra içinde bulunuyor. Aksa Camisi ise Müslümanların ilk kıblesi, Hz. Süleyman’ın temellerini attığı Beytü’l Makdis yani Mukaddes Ev’dir. Nitekim Miraç ile ilgili hadiste Hz. Peygamber (A.S.) Burak’a bindim, Beytü’l Makdis’e vardım buyuruyor. Kudüs’te bulunduğumuz süre içerisinde hem Kubbetü’s Sahra’da hem de Aksa Camisi’nde namazlarımızı kılmaya özen gösterdik.
İlk gün biraz şaşkınlık biraz huzur biraz da üzerimden atmaya çalıştığım endişe ve şehrin dokusuna alışma ile geçti. Kudüs sokaklarını arşınlarken herkesin dilinde Kudüs’te kendini yabancı hissetmediği vardı. Bu çok ilginç bir duygu. Evinden kilometrelerce ötedesin ama evinde gibi hissettiğin bir yerdesin. İşte bu hissi yaşamak için Kudüs’e mutlaka gitmek; oranın ruhunu anlamak lazım…. Yüzyıllarca barışın hüküm sürdüğü, farklı etnik kökene ve dini inanca sahip insanların yaşadığı, yüzlerce peygamberin geçtiği bu kutsal beldenin her sokağında, her taşında tarihin farklı bir izini görmek mümkün. Antik Roma medeniyetinden Hz. Ömer’e, Selahattin Eyyubi’den Osmanlı Devleti’ne bir çok farklı hakimiyet ve hükümdar görmüş bir yer burası. Ne yazık ki 1. Dünya Savaşı ile bu topraklar elimizden çıkmış ve o tarihten beri kavga ve savaş eksik olmamış buralarda.
Kudüs’ün tarihinde biraz geriye gidersek şehirde barışın hüküm sürdüğünün en güzel örneğinin Hz. Ömer’in şehri fethetme hikayesi olduğunu görürüz. Hz. Ömer şehri teslim almaya geldiğinde Ömer Ahitnamesini yayınlayarak herkese dinini özgürce yaşayabileceğinin garantisini vermiştir. Patrik Sofyanus şehri Hz. Ömer’e ağlayarak teslim etmiş, sebebini ise Hz. Ömer’e şöyle açıklamıştır: Şehri kaybettiğimize değil sizin (Müslümanlara hitaben) hakimiyetinizin kıyamete kadar süreceğine ağlıyorum… Fethin ilk izlenimin böylesine muazzam olması ne kadar acayip geliyor şimdi değil mi? Kıyamet Kilise’sinde sırf benim namaz kıldığımı görürlerse burayı camiye çevirirler düşüncesiyle namaz kılmayan Hz. Ömer’in emaneti olan bu şehre sırasıyla Selahaddin Eyyubi ve Osmanlı Sultanları sahip çıkmış ve emaneti hakkıyla korumuştur. Şimdiyse insansız vatan isteyen İsrail’in zulmü hakim bu topraklarda…
Bilindiği üzere, Kudüs Yahudi ve Hristiyanlar için de önemli bir mahiyete sahip. Biz de bunun bilinciyle Kudüs’ün Müslüman yönünü özümsedikten sonra Hristiyanlık ve Yahudilik için önemini anlamaya çalıştık. Yahudiler için şehirdeki en önemli nokta Mescidi Aksa’nın batı duvarı olan Ağlama Duvarı. İngilizcede ‘Western Wall’ olarak adlandırılan bu yer Yahudilere göre Hz. Süleyman Mabedi’nin ayakta kalan son duvarı. Süleyman Tapınağı’nda ahit sandığının gömülü olduğuna ve onun içinde de Tevrat’ın bulunduğuna inandıkları için kaybettiklerine ağlıyorlar. Mescid-i Aksa’nın altında yapılan kazıların sebebi de inanışlarına kanıt oluşturmak ve Mescid-i Aksa’yı ortadan kaldırmak. Ağlama Duvarı askeri yemin töreni olduğundan oldukça kalabalıktı; askerler, asker aileleri, duvarda dua edip ağlayanlar… Bizim Müslüman olarak orada bulunmamızın onları rahatsız ettiği bakışlardan anlaşılıyordu.
Ağlama Duvarı’nı geride bıraktıktan sonra Hristiyanların hac yoluna geçiyoruz. İnanışa göre Hz. İsa Kudüs’te çarmıha gerilmiş ve çarmıhı sırtında Via Dolorosa denilen çile yolunu takip ederek Kutsal Kabir (Kıyamet) Kilisesi’ne ulaşmış ve burada öldürülmüştür. Hristiyan hacılar da gruplar halinde ellerinde haç işaretleri ilahiler söyleyerek bu yolu tamamlıyorlar. Bu yürüyüşü gerçekleştirmek hacılar için öylesine etkileyiciymiş ki kişilerde travmatik sonuçlara yol açıyormuş. Kutsal Kabir Kilisesi’ne girdiğimizde bizi Hz. İsa’nın hayatını kaybettiğine inanılan yer olan geniş bir taş karşılıyor. Hristiyanlar burada dualar ederek yanlarında getirdikleri bez parçalarını taşa sürüyorlar. Bu durum bende batıl inançların evrensel olduğu düşüncesini uyandırdı.
Son iki günümüzde ise Kudüs’ten ayrılıp Filistin topraklarına geçiyoruz ama bu geçiş kolay olmuyor çünkü İsrail Filistinlileri Kudüs’ten ayırmak ve Filistin şehirlerinin birbiri ile bağlantısını koparmak için koskoca bir utanç duvarı inşa etmiş. Öyle bir duvar ki bu gözetleme kuleleri ve kontrol noktalarıyla şehirler arasındaki geçişi neredeyse imkansız kılıyor. Zaten öğreniyoruz ki Kudüs dışında yaşayan Müslümanların Mescid-i Aksa’ya girişi kısıtlıymış… Şöyle düşünün; Mescid-i Aksa’da okunan ezanı duyuyorsunuz, öyle bir yakınlıktasınız ama yine de gidemiyorsunuz. Çok acı bir durum maalesef. Duvarı geçtikten sonra ilk durağımız Beytüllahim ya da Betlehem. Burada Nativity Church yani Hz. İsa’nın doğduğuna inanılan yerin üzerine inşa edilen Doğuş Kilisesi’ni geziyoruz. Kilisenin anahtarları Sultan Abdulmecid’den 2000’lere kadar şehrin önde gelen Müslüman bir ailesinde bulunuyormuş. Yine Osmanlı’nın bölgeyi barış içinde idaresinin örneğini görüyoruz. Şehirde dolaşırken İsrail polisi yerine Filistin polisini görüyor olmak Kudüs’ten sonra alışılmadık ve şaşırtıcı geliyor…
Betlehem’den sonra El Halil şehrine doğru yol alıyoruz. Hz. İbrahim, Hz. Sare ve Hz. İshak’ın kabirlerinin bulunduğu camiye giderken yolda gördüğüm manzaralar bende hayalet şehir izlenimi bıraktı. Boş sokaklar, boş evler ve kirli caddeler… Camiye varınca İsrail askerlerinin güvenlik kontrolüyle karşılaştık. 1994 yılında, Müslümanların sabah namazını kılmakta oldukları bir sırada radikal bir Yahudi camide katliam gerçekleştirmiş ve çok sayıda Müslüman şehit olmuş. Bugün cami ikiye bölünmüş durumda. Bir kısmını Yahudiler bir kısmını da Müslümanlar kullanıyor. El Halil şehrinden sonra Eriha’ya doğru harekete geçiyoruz. Eriha’nın iklimi Kudüs’ün serin ve esintili havasından çok farklı; inanılmaz sıcak ve bunaltıcı. Burada önce bir kavmin helak olduğu Lut Gölü’ne ulaşıyoruz. Göl, deniz seviyesinin altında ve mineral bakımından bereketli. Bu durumu hemen fırsata çeviren İsrailliler gölün suyundan yapılan ürünlerle kozmetik dünyasına hatırı sayılır bir yer elde etmiş. Öğrendiğimize göre gölün dibinde helak olan kavmin taşlaşmış bedenleri bulunmaktaymış. İbretlik bir hadise… Eriha kentindeki ikinci durağımız Hişam Sarayı. Zamanında buraya Emevi Halifesi Hişam ihtişamlı bir yazlık saray inşa ettirmiş ama inşaatın bittiği gün saray depremle yerle bir olmuş. İbretlik hadiselerine art arda şahit olmanın şaşkınlığını yaşadık. Bir kavmin bu bölgede helak olduğunu bilmekten midir boğuk havasından mıdır bilmiyorum bu bölgeyi sevmedim; ürpertici ve iç sıkıcı geldi.
Son günümüzde ise rotamızı Osmanlı zamanının ihtişamlı ve önemli kentleri olan Hayfa, Akka ve Yafa’ya çeviriyoruz. Bu kentlerin hepsi İsrail’e ait şu an… Önce güzel bir liman şehri olan Hayfa’daki Bahai Bahçelerini geziyoruz. Bahailik 1800’lerde Bahaullah isimli Müslüman birinin kendisini peygamber ilan etmesiyle ortaya çıkmış bir din. Bu bahçenin özelliği muazzam güzellik, büyüklük ve simetride olması; sebebi ise Mehdi’nin bu güzellikten etkilenip dünyaya burada geleceği inanışı… Akka şehri ise canlı, hareketli bir Akdeniz liman kenti. Cezzar Ahmet Paşa Napolyon’a karşı burayı kanının son damlasına karşı savunmuş. Eğer Napolyon burayı ele geçirseymiş tüm Doğu’ya hakim olabilirmiş. Osmanlı bu kentlere kaleler, hanlar, camiler, hamamlar inşa etmiş; bu sebepten şehirde Osmanlı izleri çok bariz. Orada konuştuğumuz Filistinliler bize ev sahibi muamelesi gösterdiler. Bu açıdan şehri çok sevdim ve etkilendim.
Son olarak bahsetmeden geçemeyeceğim konu ise gezi boyunca sivil toplum kuruluşu ve derneklerle gerçekleştirdiğimiz temaslar oldu. Bunlardan bir tanesi Burj al Luq Luq Derneği’ydi. Burj Al LuqLuq, Kudüs’teki Müslüman mahallelerinden birinin adı. Konumu itibariyle stratejik ve şu an derneğin bulunduğu yeri İsrail bir zamanlar almak için çok uğraşmış; ancak Filistinliler direnmiş ve buraya sosyal, kültürel ve spor faaliyetlerinin gerçekleştiği bir merkez inşa etmişler. Dernek yetkilisi Filistin halkının verdiği mücadeleleri anlatırken hepimiz çok etkilendik ve anladık ki biz çok yalnız bırakmışız onları.
Filistin halkının bize bizim de onlara ihtiyacımız var; işte bu yüzden Kudüs’e ve diğer Filistin şehirlerine gitmek ve onlarla bir olmak lazım… Bunun ne kadar gerekli olduğunu çok iyi anladım. İnşallah Müslüman akımı dalga dalga büyür ve ümmet birliği sağlanır.
Haber: Beyza Gökalp-Sosyoloji’ 15